2 Kasım 2013 Cumartesi

Alacarte Avrupa’nın kırsal politika seti; İnsan hakları adalet ve evrensel hukuk yönünden, Türkiye için uygun anahtar mı?

Alacarte Avrupa’nın kırsal politika seti ,Türkiye için uygun anahtar mı?
Gökhan Günaydın
Hızla artan nüfus, kuzey ve güneyin tarımsal üretim ve beslenme kapasitelerinde giderek derinleşen eşitsizlikler, artan gıda skandalları ve ağırlaşan çevre sorunları, yerkürenin geleceği ile ilgili kaygıları daha da artırmaktadır. Çeşitli ülkelerde farklı biçimlerde uygulanan tarımsal ve kırsal politikalar, her ne kadar yukarıda ana hatlarıyla verilen sorunları çözme ya da en azından hafifletme iddiası taşısa da, bazen sorunları ağırlaştırıcı işlevler üstlenebilmektedirler.
1958-1987 döneminde politikaları
Avrupa Ekonomik Topluluğu’ndan Avrupa Birliği’ne, kırsal/tarımsal politikaların değişiminde iki temel belirleyici vardır: Dünya kapitalist sistemindeki değişime Avrupa’nın iktisadî ve siyasî uyumuyla AB’nin genişleme süreçleri. Bu iki belirleyicinin yarattığı yeni pozisyon alma ihtiyaçları, Topluluğun kırsal/tarımsal politikalarına da yansımaktadır.
Birincisinden başlayalım. Dünya kapitalizminin Keynesci Refah Devleti uygulamalarının tıkanması sonrasında neoliberal bir döneme evrilmesi, etkilerini tüm politika alanlarında göstermiştir.
1958’de kurulan AET içinde geliştirilen ilk uluslarüstü politika seti olan Ortak Tarım Politikası’nda, kırsal kalkınma konusu her zaman çeşitli boyutlarıyla gündemde kalmış, dönemin gereksinimlerine uygun bir şekilde oluşturulan politika araçlarıyla alan yönetilmiştir. Başlangıçta, Topluluğun kırsal–tarımsal altyapı sorunlarını çözmeye yönelik bir anlayış içinde kurgulanan kırsal kalkınma kavramı, “klasik” sorunlar çözüldükçe, diğer boyutlarıyla gündeme taşınmış; hatta farklı sorunların çözümüne katkı sağlaması için kullanılan bir araç niteliğine dönüştürülmüştür.
1958–1987 döneminde uygulanan klasik kırsal kalkınma politikaları döneminde, tarımsal politikaların tamamlayıcısı olarak kurgulanan ve uygulanan kırsal kalkınma politikaları Topluluğun öngördüğü kapitalist tarım sistemi açısından olumlu sonuçlar üretmiş, hem tarım sistemi içinde kalanlar hem de tarımdan tasfiye edilerek diğer sektörlere transfer edilen işgücü, Keynesci Refah Devleti uygulamaları kapsamında görece yüksek refah düzeylerine sahip olmuşlardır.
On beş üyeli Toplulukta, birkaç ülke hariç kırsal yol ağlarının eksikliği, kırsal telekomünikasyon açığı, sulama – tarla içi geliştirme hizmetlerinin yetersizliği, tarım işletmelerinin modernizasyon gereksinimi gibi temel kırsal sorunların önemli oranda varlığını koruduğu söylenemez. Ortak Tarım Politikası’nın (OTP) kuruluş dönemi ile Keynesçi kalkınmacı tarım politikaları döneminde,1 bu sorunlar temel olarak aşılmıştır.
Yeni paradigma
Topluluk 1992’ye kadar toplam tarım finansmanının yüzde 1 ila yüzde 5’ini kırsal kalkınmaya özgülemiş ve bu politikalar tarımın tamamlayıcı önlemleri olarak değerlendirilmişken, 1992’de temel bir dönüşüm gerçekleştirilmiştir. Artık Topluluğun adı konmuş bir kırsal kalkınma politikası bulunmaktadır ve bu alana ayrılan kaynak miktarı tarım bütçesinin yüzde 5–15’i düzeyine yükselmiştir. Yeni kırsal kalkınma politikalarının uygulandığı 1987 sonrası dönemde, kırsal kalkınma ile tarım arasındaki bağ zayıflatılarak, daha çok mekâna ve sosyal yapıya yönünü dönmüş bir öznel politika uygulamasına geçilmiştir.
Yeni paradigma, katmanlar halinde oluşmaya başlamaktadır artık: OTP’nin piyasacı bir düzleme kayma gereği ve Berlin duvarının yıkılmasından sonra şekillendirilen yeni genişleme politikaları. Kırsal kalkınma kavramı, bu yeni paradigmaya uygun bir şekilde yeniden biçimlendirilmeli, teorisi kurgulanmalı ve politika transferiyle “periferi”ye aktarılmalıdır.
Bu bağlamda, önce kırsal kalkınma OTP’nin II. Sütunu haline dönüştürülmüş, tarım politikalarının neoliberal yapıya ayak uydurması için müdahale politikalarından uzaklaşma ve kırsal kalkınma politikaları aracılığıyla “piyasa kurallarına uygun, ticareti bozmayan” destekleme politikalarına dönüş sağlanmıştır.
Buna koşut olarak, “müdahale” sisteminin gerektirdiği yoğun kaynak kullanımına dayalı politikalar yerine, II. Sütun üzerinde inşa edilen kırsal kalkınma politikalarının öne çıkarılması, böylece I. Sütun olan müdahaleci tarım politikalarının içinin boşaltılması yoluyla, Brüksel’den kaynak transferini mümkün olan en az düzeye indirgeyen “yeni Avrupa tarımsal modelinin” genişleme halkalarına tanıtılması işi gerçekleştirilmiştir.
Çevresel sürdürülebilirlik, kırsal ekonominin yaşamsallığı, gıda kalitesi, hayvan sağlığı ve refahı standartları gibi konular yeni politikanın meşruiyet temelleridir. Dünya Ticaret Örgütü kapsamında sürdürülen tarım görüşmelerinde ortaya çıkan liberal yönelim yanında, genişleme sürecinin mevcut OTP kuralları ile karşılanması durumunda Brüksel’in yapacağı harcama düzeyinin yüksekliği, politika değişiminin gerçek temellerini oluşturmaktadır. Gündem 2000 adıyla bilinen Mart 1999 reformu ve Haziran 2003 reformu, klasik kırsal kalkınma politikalarından kopuşu temsil eden en önemli uğraklardır. Nihayet 2007-2013 dönemi kırsal kalkınma politikaları da, bu çizginin devamı şeklinde kendisini göstermektedir.
Çok vitesli / alacarte Topluluk
AB kırsal kalkınma politikalarının merkezdeki bu değişiminin çevreye olan yansıması, genişlemelerle 28 ülkeye ulaşmış ve çok vitesli / alacarte nitelik kazanmış Toplulukta, yalnız Topluluk dışı değil, belki de öncelikle Topluluk içi bir analizi gerektirmektedir. Günümüzde AB coğrafyasının yüzde 80’i kırsal alanlardan oluşmaktadır ve nüfusun yüzde 25’i bu alanlarda yaşamaktadır. Feodal düzeni parçalayarak arkaik ilişkileri hızla çözen sanayi çağının devrimci özelliği, Avrupa Kıtası’nın kır – kent ilişkilerini, mekânsal özellikleri yanında, iktisadî ve sosyolojik boyutlarıyla da önemli ölçüde değiştirmiştir. Bununla birlikte, ülkelerin sahip oldukları farklılıklar, AB’nin kırsal yapılarını, sorun ve olanakları temelinde çeşitlendirmektedir.
Görece benzer gelişmişlik derecesine sahip AB–15 ülkelerini kırsal alanlarının özellikleri bakımından gruplandırma çabasına girişildiğinde, kırsal alanı benzer özellikler taşıyan merkezi AB ülkeleri (İngiltere, Almanya, Fransa, Belçika, Avusturya, Luxemburg), kuzey ülkeleri (Hollanda, İsveç, Finlandiya, Danimarka) ile İrlanda ve Akdeniz ülkelerinin (İtalya, Portekiz, İspanya, Yunanistan) hem grup içinde hem de gruplar arasında çok farklı kırsal alan özellik ve sorunlarına sahip oldukları görülür.
2004’te topluluğa katılan 10 ülkeden 8’i Merkezî ve Doğu Avrupa ülkesidir. Ada ülkeleri olan Malta ve Güney Kıbrıs bir tarafa bırakılırsa, diğer Merkezî Doğu Avrupa Ülkeleri (MDAÜ), sosyalist geçmişlerinden kaynaklanan birtakım ortak kırsal özellikler taşımaktadırlar. Bununla birlikte, coğrafi ve ekolojik koşulları bağlamında sözü edilen ülkeler de kendi içlerinde gruplandırılabilirler. Baltık ülkeleri olan Estonya, Letonya ve Litvanya alanlarının önemli kısmı ormanla kaplı küçük ülkelerdir. Çek Cumhuriyeti, Slovak Cumhuriyeti, Slovenya, Polonya, Macaristan gibi yıllarca aynı coğrafyayı ve kültürü paylaşmış ülkelerin kırsal kalkınma konusundaki yapı ve sorunlarının benzerliğini doğal karşılamak gerekir. AB’ye 2013’te katılan Hırvatistan da bu kapsamda değerlendirilebilir. Güney Kıbrıs ve Malta’nın, ada ülkeleri olarak, kırsal kalkınma alanındaki sorun ve öncelikleri, diğer ülkelerden oldukça farklıdır. 2007’de AB’ye katılan Bulgaristan ve Romanya’nın kırsal yapısının özellikleri ve sorunları, nitel ve nicel olarak eski üye ülkelerden önemli oranda farklılıklar göstermektedir.
O halde şu sorunun öncelikle yanıtlanması gerekmektedir: 28 üye ülkenin kırsal alan ve tarım yapıları bu denli farklılaşan Avrupa’da, kendi içinde bir merkez – çevre ilişkisinden söz edilebilir mi? Bu bağlamda, örneğin, İrlanda, Portekiz ve Yunanistan’ın kırsal yapısının geliştirilmesi için kullanılan politika araçları ve finansman büyüklüğü, Bulgaristan ve Romanya için sözkonusu olabilecek midir? Başka bir deyişle, 21. yüzyılın AB’si, 1950’ler ve ‘60’lar boyunca karşı karşıya bulunduğu ve güçlü tarım politikaları içinde örülmüş bir kırsal kalkınma anlayışıyla aştığı sorunlarla bugün karşı karşıya bulunan MDAÜ kökenli yeni üyelerine, içi boşaltılan bir tarım politikası ve zarar görenler için onarım mekanizmaları içeren “geliştirilmiş kırsal kalkınma politikaları“ transfer ederken, başka bir deyişle merkeze göre daha düşük bir vites önerirken, temel politik amacı nedir? Hiç kuşkusuz bu soru, müzmin aday Türkiye için de yanıtlanmaya muhtaç bir sorudur.
AB’nin “iç periferi”si olarak Türkiye
Türkiye 780 bin kilometre kare yüzölçümü üzerinde 76 milyona yakın nüfus barındıran, 24 milyon hektarı işlemeli olmak üzere, toplam yüzölçümünün yüzde 53.5’i oranında olan 41.5 milyon hektar tarım alanına sahip olan ve halen üye olan ya da aday konumunda bulunan ülkeler arasında Almanya’dan sonra en büyük ülkedir.
Türkiye’de 81 bine yakın kırsal yerleşmelerde, 23.8 milyon insan yaşamaktadır. Köylerin yaklaşık yüzde 95’i 2000 ve altı nüfusa sahiptir. Kırsal alanda yüzde 82 olan genel okuma yazma oranı, kadınlarda yüzde 73’e düşmektedir. Kırsal yerleşimdeki kadınların yüzde 48’i doğum öncesi herhangi bir tıbbî bakım almamaktadır. Üretici / çiftçilerin ezici çoğunluğu herhangi bir sosyal güvenlik şemsiyesi altında bulunmamaktadır.
Tarım kırsal alanın başat ekonomik faaliyetidir. 2012 yılı itibariyle sektörün ulusal gelirdeki payı yüzde 8.4, istihdamdaki payı yüzde 25 düzeyindedir. Kırsal alanda temel sosyal ve ekonomik altyapının önemli eksiklikler barındırması, kırsalın hemen tek gelir getirici sektörü olan tarımın hızla gerilemesi, kırsal yoksulluk boyutlarının hızla yükselmesi, tarım ve orman alanları üzerindeki rant baskısının giderek artması, çevre kirliliği, biyoçeşitliliğin risk altında bulunması, yaşlanan kırsal nüfusun eğitim düzeyinin düşüklüğü gibi çok sayıda sorun alanı, Türkiye’nin karşısında bulunmaktadır. Tarım sektöründe yaşanan gerileme bağlamında tarım fiyatları çökerken ülke kendine yeterliliği yitirmekte, artan kırsal yoksulluk köylerden kentlerin varoşlarına doğru yeni bir dalganın yönelmesine neden olmaktadır.
Bunun yanında, Türkiye’nin kırsal alanında, tarım toprağının mülkiyetinin dağılımında son derece çarpıcı bir adaletsizliğin bulunduğu görülmektedir. Yarı feodal düzenin zeminini oluşturan bu yapı, ağalık – beylik sistemini ülkenin bazı yörelerinde hala yürürlükte tutmaktadır. Diğer taraftan kapitalizmin elini uzatabildiği kırsal alanlarda kapitalist toprak sahipliği egemen olmakta; çokuluslu şirketlerin alana girmesiyle yeni ilişkilenme biçimleri ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’nin kırsal sorunları AB’nin merkez ülkelerinden oldukça farklı, buna karşılık AB’nin “iç periferisi” niteliğindeki diğer ülkelere benzer özellikler taşımaktadır.
Ulusal Kırsal Kalkınma Planı ve Stratejisi
1963’te AET ile Ankara Anlaşması’nı imzalamış, 1995’te Gümrük Birliği’ne katılmış, 2005’te üyelik müzakerelerine başlamış olan Türkiye, giderek ağırlaşan tarımsal ve kırsal sorunlarla karşı karşıyadır.
Son on yılda iç ticaret hadlerinin tarım aleyhine dönmesi nedeniyle üreticinin işlemekten vazgeçtiği alan 3 milyon hektar olup, bu büyüklük toplam işlenen alanın 1/7’sine denk gelmektedir. Küçük köylülüğün hızla tasfiye edildiği ülkede, kırsaldan ve tarımsal üretimden kopan üreticinin istihdam edileceği düzeyde bir sanayii / hizmetler sektörü gelişimi yoktur. Kırsal peyzaj, kentleşme ve rant baskısı altında geri dönülmez tahribatlar ile karşı karşıyadır.
Bu tablo içinde AB, Türkiye’yi kendi geliştirdiği kırsal kalkınma menüsünden seçim yapma durumu ile karşı karşıya bırakmıştır. Seçilen politikaların uygulanabilmesi için AB’nin genişleme halkasının özellikleri uyarınca geliştirdiği katılım araçlarının öngördüğü yönetim ve finansman yapısı öncelikle kurulacaktır. Bu bağlamda, AB kırsal kalkınma politikalarının içselleştirilmesi işlevini üstlenmek üzere, Ulusal Kırsal Kalkınma Planı ve Stratejisi hazırlanması zorunludur. Seçilen alanlarda uygulanan Projeler, eş finansman yapısı altında, özel sektör, sivil toplum kuruluşları, yerel aktörler ve yerel yönetimlerin etkin bir işbirliğiyle yaşama geçirilecektir. MDAÜ için SAPARD Programı uygulanmışken, Türkiye’nin de içinde bulunduğu son genişleme halkası için IPARD organize edilmiştir. Sorun yalnızca bu politika setinin Türkiye kırsalının sorunlarını çözmek için uygun seçenekler sunma kapasitesinde değil, diğer taraftan ülkeye ayrılabilecek kaynak miktarının, 2004’te Topluluğa katılan 10 ülkenin nüfus ve yüzölçümü toplamına yakın olan büyük ülkenin gereksinimlerini karşılamaktan hayli uzak olmasındadır.
Daha da ilginç olan, 40 yıllık planlama deneyiminde Beş Yıllık Kalkınma Planları’nda kırsal sorunlarının saptanması ve çözüm önerileri konusunda yazılanlarla Ulusal Kırsal Kalkınma Stratejisi içeriği arasında önemli farklar bulunmaktadır. Hiç sürpriz olmayacak biçimde, Ulusal Kırsal Kalkınma Stratejisi’nin hem stratejik amaçları, hem de bu kapsamdaki öncelikleriyle IPARD ile arasında dikkat çekici bir benzerlik bulunmaktadır.
Kırsal alanın tarımdan koparılması
Bitirirken, iki ana düzlem üzerinde ilave düşünmenin gerekli olduğunu ifade etmek isteriz. Bunlardan ilki AB kırsal ve tarımsal politikalarının bizatihi Topluluğun kendisi için yarattığı etki, ikincisi ise periferi üzerine etkileridir.
AB, rasyonelleştirdiği kapitalist tarım düzeni içinde, yeni gıda ve çevre sorunlarına muhataptır. Şirketleşen tarım ve tasfiye edilen küçük köylülük, geleneksel üretim ve kırsal komşuluk ilişkileri yerine maliyet – verim hesabını oturtmuştur. Ekim nöbetine izin veren polikültür üretim yerine sanayiinin gereksinimlerine göre tek tipleşen ve temel ürün sayısı 10’un altına düşen bir üretim modeli baskınlaşmaktadır. Bu durum, toprak ve su kaynakları üzerindeki baskıyı artırmakta, sürdürülebilir kaynak kullanımı alanında ciddi sorunlar ortaya çıkmaktadır. Gıda skandalları sistemin ürettiği sonuçlar olarak yaşamı tehdit etmektedir.
Dünyada neolitik devrimin başladığı topraklar olan Anadolu, biyolojik çeşitlilik ve endemik bitki ve hayvan türleri varlığı açısından önemli bir hazinedir. Gen bankası niteliğindeki Anadolu’nun yerli tohumlarının ancak uzak köylerde ve tesadüflere bağlı olarak bulunabilmesi, ülkede yürütülen tarım modelinin bir sonucudur. Avrupa’nın tohum alanındaki düzenlemesinin Türkiye’ye aktarılması, ülkenin genetik potansiyeli açısından risk artırıcı niteliktedir.
Kuralsız piyasa koşullarının egemenliği, ortalama 6 hektar alanda tarım yapan köylü üretici emeğinin karşılık bulamaması sonucunu doğurmaktadır. Girdi piyasaları tekelleşen ve giderek yükselen maliyetlerle tarım yapmaya çalışan üretici, çıktı piyasalarında ezilmekte ve üretim araçlarını kaybetmektedir. Küçük köylü iflasları Anadolu’nun sıradan görüntüleridir. Sorunun çözümü, ortak piyasa düzenlerinin oluşturulmasından geçmektedir. Oysa AB, tarım politikası setinde terk etmeye hazırlandığı bu araçları Türkiye’ye transfer etme konusunda istekli görülmemektedir.
 Bugün 76 milyon nüfusa sahip ülke, orta vadede 100 milyona yakın bir nüfus projeksiyonuna sahiptir. İşgücü piyasasına her yıl katılan yeni ve genç nüfus, ithalata dayalı ve istihdam çağırma kapasitesi sınırlı büyüme modeli içinde ağırlaşan sorunlar yaşamaktadır. Türkiye kırsalı hızla boşalmakta, köylerde yalnızca yaşlı nüfus kalmaktadır. İş bulma umuduyla kente yönelim, kent sorunlarını daha da ağırlaştırmaktadır. Küçük köylülüğü tasfiye eden bir tarımsal/kırsal politika anlayışının, yukarıda çerçevesi çizilen sorunların hafifletilmesine katkı koymayacağı açıktır.
Türkiye’nin kırsal alanının temel ekonomik faaliyeti tarımdır. Bu bağlamda, tarımdan koparılmış bir kırsal alan politikasının ülke için yararlı olma kapasitesi sınırlıdır. Ülke tarımının gereksinim duyduğu kırsal altyapı yatırımlarının tamamlanması, öncelikli bir politika hedefidir. Buna karşılık gerek IPARD, gerekse ülkenin merkezi ve yerel bütçesinden ayrılan payların, bu yatırımların gereksinim duyduğu miktarın çok gerisinde olduğu açıktır.
Toprak mülkiyeti alanında yaşanan adaletsizliklerin düzeltilmesi, kırsal ve tarımsal alanların giderek yaygınlaşan amaç dışı kullanımının engellenmesi, dağınık ve yeterli kamu hizmeti alamayan kırsal yerleşim sorunlarının çözülmesi, AB kırsal politika setinde “seçimlik” nitelikte yer almayan, ancak ülke için ciddi önem taşıyan başlıklar olarak ortada durmaktadır.
Şurası açıktır ki, daha iyi bir Avrupa ve daha iyi bir Türkiye için, daha iyi bir politik anlayış ve politika seti mümkündür.
1. Avrupa Birliği’nin kırsal ve tarımsal politikalarının merkezi kapitalizmin dönüşümüne koşut biçimde değişiminin dönemlendirildiği bir çalışma için bkz; Günaydın, Gökhan, Tarım ve Kırsallıkta Dönüşüm/Politika Transfer Süreci/AB ve Türkiye, Tan Kitabevi Yayını, Ankara, 2010
----------------------------------------------------------
Doç. Dr. Gökhan Günaydın
1964 Amasya doğumlu. İstanbul Üniversitesi Hukuk, Anadolu Üniversitesi İktisat ve Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesini bitirdi. TODAİE Kamu Yönetimi Bölümünde yüksek lisans, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde doktora programlarını tamamladı. İzzet Baysal Üniversitesi İİBF İktisat Politikaları Anabilim Dalında yardımcı doçent olarak görev yaptı. 2010’ da makroekonomi doçenti oldu ve Ankara Üniversitesine geçti. TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Genel Başkanlığı ve KESK Tarım Orkam-Sen Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerini üstlendi. Çok sayıda makalesi ve kitabı yayınlanmıştır. CHP Ankara Milletvekilidir. 
Türkiye tarımının serbest piyasaya uyarlanması
ve küçük çiftçiliğin tasfiyesi
Abdullah Aysu
Türkiye’yi 12 Eylül cuntasına götüren sürecin temel taşları 1973-1979 arasında yürütülen GATT Tokyo Turu sırasında döşendi. Küresel şirketlerin tarımın serbest piyasaya açılması talimatını ilk uygulamaya koyan ülkelerden biri, bunu Tokyo Turu’nda reddeden Türkiye oldu; hem de neredeyse reddini bildirdiği yılda! Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel (ki ekibinde geleceğin başbakanı Turgut Özal da vardı) 1980 başında, 24 Ocak Kararları diye bilinen kararları yürürlüğe koydu. Fakat toplumsal muhalefet çok güçlüydü, alınan kararları uygulamak mümkün değildi. Aynı yıl, 12 Eylül’de askerî darbe yapıldı.
12 Eylül cuntasının oluşturduğu iklim ve atmosferi arkasına alan Turgut Özal neoliberal politikaları uygulayabilmek için Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (DB) ile işbirliğine giderek işe başladı. Böylece, Tokyo Turu’nda reddedilen tarımın serbest piyasa içine alınması 24 Ocak Kararları’yla fiilen uygulamaya kondu ve sadece çiftçiler için değil, işçiler, memurlar ve gençler için de hayatı cehenneme çevirecek yeni dönem başladı. Türkiye ekonomisinin dümeni IMF ve DB’ye, tarım sektörü serbest piyasa çarkına teslim edildi. “Kardeş kanı dökülmesine son vermek”, “iç savaşı önlemek”, “huzur ve asayişi temin etmek”, “devletin milletiyle bölünmez bütünlüğünü tesis etmek” gibi hedeflerle işbaşına gelen cuntanın ilk ve değişmez önceliği Türkiye ekonomisini küresel şirketlerin isteği doğrultusunda serbest piyasaya teslim etmekti.
Çözülüşün adımları
24 Ocak Kararları’yla Türkiye ekonomisinin ve tarımının Dünya Bankası nezaretinde başlayan yeniden yapılandırması tarımı tahrip etti, çiftçiliği ortadan kaldırdı, yerine şirket tarımcılığını ikame edecek noktaya adım adım taşıdı. Süreç, 1980’de yapısal uyarlama kredisi adıyla DB tarafından verilen beş genel uyarlama kredisiyle başladı. İlk adımda, 1982’de tohumda başlayan liberalizasyon 1984’te tohum dış alımının serbest bırakılmasıyla tamamlandı. Alanın böylece hazırlanmasıyla, tarım sektörünü kapsamlı bir biçimde küresel piyasaya açan ilk adımı olarak Tarım Sektörü Yapısal Uyarlama Kredisi (Tarım SECAL) için koşullar hazırlandı. Tarım SECAL, tarım sektörünün ürün planlamasından kredi sistemine, girdi sağlama sisteminden sektöre dönük kamu örgütlenmesine kadar sektörün yönetimini yeniden yapılandırdı.1 DB’nin Türkiye ekonomisini topyekûn yeniden yapılandırmak (yani özelleştirmeler dönemini başlatmak) üzere kredi politikalarını sektörel düzeyde derinleştirme stratejisinin başlangıcı olan Tarım SECAL’i diğer sektörleri dönüştürmeye hizmet eden benzer kredi anlaşmaları izledi.2 Tarım SECAL kapsamında 1984’ten itibaren fiyatlar dolar cinsinden belirlendi, 1986’da da tam serbestleştirme gerçekleşti. Bu dönem anlaşmaları Türkiye Zirai Donatım Kurumu (TZDK) ile Tarımsal İşletmeler Genel Müdürlüklerini (TİGEM) içine aldı, TZDK kapatma yoluyla tasfiye edildi, şimdilerde TİGEM’ler de kiralama adı altında parça parça kamudan özel sektöre devredilmektedir.
Tarımdaki araştırma faaliyetleri, DB’nin 1984’teki Tarımsal Yayım ve Uygulamalı Araştırma Kredisi ve 1992’deki Tarımsal Araştırma Projesi Kredisi ile halledili.3 Bu kredilerle tarım ve ormancılık alanlarında araştırmaların kapsamını genişletmek ve güçlendirmek adı altında, Tarım Bakanlığı’nın bütçe ve planlama sistemine müdahale edildi, araştırma alanındaki kamu güvencesi ortadan kaldırılıp araştırma kuruluşları işlevsizleştirildi.
DB kredilerinin bir başka şartı da tarımsal kredi faizlerinin serbest bırakılmasıydı. Bu yolla devletin tarımda sübvansiyon imkânları önemli ölçüde budandı. 1983 ve 1989’daki iki kredi anlaşmasıyla Ziraat Bankası’nın Tarım Kredi Kooperatiflerindeki (TKK) rolü azaltıldı ve sonunda banka önemli ölçüde tarım sisteminin dışına çıkarıldı.4
Devletin tarımdaki egemenlik ve etkisini sistemli bir şekilde kırmayı amaçlayan Tarım SECAL anlaşmasının en yaygın teşkilâta sahip iki kamu kurumu olan Devlet Su İşleri (DSİ) ve Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nü (KHGM) boş geçmesi elbette düşünülemezdi. Sulama ve drenaj alanlarıyla ilgili kredilerle bunların defterinin dürülmesine de başlandı.5 Bu kredilerle kamu tarafından yapılan ve yürütülen sulama Sulama Birlikleri’ne devredilerek tarımsal sulama, ticarî esaslara göre yürütülen ve yönlendirilen bir dönüşüme uğratıldı. 1997 tarihli Sulama Yönetimi ve Yatırımlarında Katılımcı Özelleştirme Projesi DB’nin bütün dünyada uygulatmaya çalıştığı suyun özelleştirilmesinin altyapısını hazırladı.
1980-85 arasında beş tarımsal krediyle başlayan yeni süreç 2000’de imzalanan malî sektör, sayısal güvenlik sektörü, telekomünikasyon ve enerji sektörlerini de kapsayan Ekonomik Reform Kredi Anlaşması ile yeni bir aşamaya geçti.6 Bu anlaşmanın uygulama ilkelerini belirleyen 600 milyon dolarlık Tarımsal Reform Uygulamaları Kredisi, 2001’de imzalandı.7 Ne yazık ki, anlaşmanın Türkiye ayağındaki yetkilisi Tarım Bakanlığı değil, IMF ve DB’nin yönlendirmesi altında olan Hazine Müsteşarlığı’ydı.
Kısacası, 1980’lerde on kredi, 1990’larda yedi kredi olmak üzere, toplam 17 kredi anlaşması imzalanmış oldu. Her kredinin karşılığında hükümetler tarafından bazı ödünler verildiğinden, bu krediler tarım sektörünü serbest piyasa ekonomisine itekleyerek Türkiye’yi gelişmiş ülkelerin tarım, gıda ve ecza şirketlerinin açık pazarı kıldı. Bu makalenin kapsamında bu kredilerin tarımda küçük üreticinin yararlandığı son mevzileri de dağıtan bir topçu ateşi işlevi gördüğünü hatırlatmakla yetinelim, çünkü krediler şu şartlara bağlı olarak verilmişti:
- Desteklemelere tümüyle son verilmesi,
- Doğrudan gelir desteğine geçilmesi,
- Devletin tarımsal üretim ve tarımsal sanayi alanında hiçbir etkinlik göstermemesi,
- TZDK, ÇAY-KUR, TEKEL, Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş’den (TŞFAŞ) geriye kalanların özelleştirilmesi ya da tasfiye edilmesi,
- Tarım Satış Kooperatifleri Birliği’nin (TSKB) DB’nin uygun bulacağı biçimde yeniden düzenlenmesi.
Böylece, bir yandan ülkenin ürün deseni değişirken bir yandan devletin (ve Tarım Bakanlığının) ülke tarımındaki kör topal da olsa uygulanan öncülük, koruyuculuk, düzenleyicilik rolü ortadan kalktı. Tarım ülke ihtiyaçlarının karşılanmasına değil, küresel şirketlerinin kârlılığına öncelik veren bir mecraya sokuldu.
Zemini hazırlama aşaması
IMF, Dünya Bankası, DTÖ ve AB Ortak Tarım Politikası (OTP) patentiyle 1980’den itibaren uygulanan politikalar Türkiye’nin özellikle Büyük Bunalım ve İkinci Paylaşım Savaşı sırasında kurduğu ve esas olarak büyük toprak sahipleri ile ticaret burjuvazisinin çıkarlarını gözetse de köylüye de bir ölçüde koruma ve güvence sağlayan kurumların bir bir tasfiyesini gerektiriyordu.
1980’le başlayan “serbest piyasacılık” dönemine dek, her ne kadar (toprak ağaları-tefeci tüccar sermayesi ittifakı eliyle) ta başından uğradığı müdahale ve sabotajlarla çarpık ve eksik kurulmuş da olsa az çok “genel çıkarı” ya da “ortak iyiyi” hedefleyen bir kamu-çiftçi-tüketiciler zincirinden söz edilebilirdi.8 Söz konusu zincirde kamunun rolü üretici ve tüketiciyi koruma amaçlıydı. Bu zincirin büyük tarım, gıda ve ecza şirketlerine geçmesi için küresel ölçekte çalışmalar başladı, tarımın tahribatına böyle geçilebildi.
Tarımın serbest piyasa içine çekilebilmesi için öncelikle devlet ile çiftçinin bağının koparılması gerekiyordu. IMF ve DB bu amaçla a) tarımsal girdilere uygulanan sübvansiyonların tedricen kaldırılması, b) tarımsal kredi faizlerinin yükseltilmesi, c) tarımsal Kamu İktisadî Teşekküllerinin özelleştirilmesi, d) destekleme alımları yapan kuruluşların özelleştirilmesi ya da işlevsizleştirilmesi “buyruğunu” verdi.
Kapitalist merkezlerce dayatılan ekonominin yeniden yapılandırılması görevi belirttiğimiz gibi 12 Eylül darbecilerinin “ortalığı temizlemesiyle” 1983’te iktidara gelen Anavatan Partisi (ANAP) iktidarında başladı. Bu partinin 1991’e dek sürecek iktidarının ilk altı yılında Başbakanlık görevini 24 Ocak kararlarının mimarlarından Turgut Özal yürüttü. KİT’lerin özelleştirilmesini engelleyen yasaları değiştirmekle işe başlayan Özal çiftçi ile devletin bağını koparmak için ayrıca,
- Üç yanı denizle çevrili ülkenin akarsu ve göllerindeki ürünlerden doğru ve iyi yararlanılmasında önemli görevler üstlenen ve daha geliştirilmesi gerekirken Su Ürünleri Genel Müdürlüğü’nü,
- Gıdaların kalite ve sağlıklılığının hem test hem de kontrolünü gerçekleştiren Gıda Kalite ve Kontrol Genel Müdürlüğü’nü,
- Hayvanların sağlıklı yetiştirilmesi ve tüketicilerin sağlıklı hayvansal gıda tüketmesinde yararlı görev gören Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü’nü,
- Üretici köylüyü yeniliklerle buluşturan Ziraat İşleri Genel Müdürlüğü’nü,
- Bitki sağlığı ve zararlılarla mücadelede etkili teknik ve bilgi desteği sunan Zirai Mücadele ve Karantina Genel Müdürlüğü’nü,
- Tarım topraklarının amaç dışı kullanımını engelleyen Toprak-Su Genel Müdürlüğü’nü kapattı.
ANAP Hükümetinin kapattığı bu genel müdürlüklerden boşalan yerlere özel sektör girdi; tarım toprakları kâr amaçlı olarak konuta ve sanayiye açıldı. İlaç ve gübre kullanımı yakın zamana kadar özel sektörün “ne kadar çok satarsa o kadar çok pirim alacak olan” gezgin satıcılarının eline terk edildi.
Özal hükümeti ayrıca, DB ve temsil ettiği küresel şirketlerin talepleri uyarınca tarımdaki devlet tekellerinin kaldırılması işlemlerini başlatarak Türkiye kırsalındaki toplumsal dokuyu kökten değiştirecek tasfiye sürecinin önünü açtı. İşe çayla başlandı; tütün ve şekerdeki devlet tekellerinin tasfiyesi Özal’ın ekonomi politikalarına “muhalefet eden” başka siyasal partilerin hükümetlerine nasip olacaktı.
Çay Yasası: Çay tarımı genellikle, küçük aile işletmeciliğine dayandığından bölge için ekonomik, sosyal ve politik önemi vardı. Bölge insanının çay tarımıyla yoğun bir şekilde uğraşması ve çay sanayinde görev alması nedeniyle bilgi beceri ve kültüründe farklılaşma ve gelişme görülmüş, çay üretimi ve sanayisi bölge halkı için önemli istihdam kaynağı olmuştu.
Gıda üretiminin önemli alt sektörü olan ve küçük aile tarımı şeklinde yapılan çay tarımı ve sanayindeki kamuya ait çay tekeli 44 yıl sonra, 04 Aralık 1984 tarih ve 3092 sayılı kanunla kaldırıldı, çay tarımı, işlenmesi ve satışı serbest bırakıldı.
Şeker Yasası: ANAP hükümetlerinin başladığı işi tamamlamak 28 Mayıs 1999-18 Kasım 2002 arasındaki DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetine nasip oldu. Bu hükümet, 4 Nisan 2001’de IMF ve DB’nin isteğiyle 4634 sayılı Şeker Yasası’nı çıkardı.
Şeker pancarı çiftçilerin bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğini bir arada yapabilmesine olanak sunan önemli bir endüstri bitkisidir. Şeker pancarının tüm yan ürünleri, baş ve yaprakları, küspesi melası en ucuz kaba yem olarak değerlendirilir. Bir dekar şeker pancarı yan ürünlerinin içerdiği hayvansal besin değeri 500 kilogram arpaya eşdeğerdir. Başka bir deyişle, bir dönüm şekerpancarı yetiştirirken hayvanlar için de yaklaşık iki dönüm arpa yetiştirmiş gibi ek değer üretilir. Kendisinden sonra ekilen hububatta ise yüzde 20 verim artışı sağlayan, baş ve yapraklarının toprakta bırakılması halinde dekara 5 kilogram saf fosfor ve 15 kilogram potasyuma eşdeğer bitki besin maddesi temin eden bu eşsiz ürünün 450 bin aile tarafından 65 ilde, 7 bin 200 yerleşim biriminde ziraatı yapılmaktaydı. Bütün bu özellikleriyle tarımın şirketleşmesinin önünde engeldi, çünkü çiftçi, 1 dekar şeker pancarından elde ettiği geliri 4-5 dekar buğday ekerek elde edebilmekteydi. Şeker pancarı, tarıma oluşturduğu bu dayanaklar sayesinde, hayvan yetiştiriciliği ile bitkisel üretimin birlikte yapıldığı işin adı olan tarımın, doğal yollarla yaşayabilmesine olanak sağlamakta, küçük aile çiftçiliğin sürmesine destek olmaktaydı.
Şeker pancarının bir başka önemli özelliği istihdam yaratmasıydı. Ekim sahalarında yüzde 40 oranında işgücü değerlendirilmekteydi. Şeker pancarı tarımı buğdaya göre 18 kat, ayçiçeğine göre 4.4 daha fazla istihdam yaratır, yan ürünleriyle de süt ve et hayvancılığını teşvik eder.9
Şeker Yasası sonrasında,
- Pancar üreticileri yaklaşık 2 milyon dekar arazide artık pancar ekemiyor,
- 175 bin üretici üretim dışına çıkarıldı,
- 200 bin büyükbaş hayvanın yaş küspe ihtiyacı karşılanamıyor,
- şeker fabrikalarında çalışan işçiler işlerinden ve aşından oluyor,
- 18 milyon ton olan şeker pancarı üretimi geriledi,
- ekolojik denge azalan şeker pancarı üretimi oranında bozuldu, çünkü bir dekar şeker pancarının sağladığı oksijen üç dekar çam ormanına eşittir.10
Sadece şeker pancarı üretimine getirilen yüzde 10’luk kota bu kadar yoksulluğa ve işsizliğe neden oldu. Yasayla nişasta bazlı şeker (NBŞ) kotalarının yüzde 50 artışı veya eksiltme yetkisi Bakanlar Kurulu’na verildi. Bakanlar Kurulu bu yetkiye sahip olduğundan bu yana NBŞ kotasını hep yüzde 50 arttırdı. NBŞ kotasının arttırılmasıyla,11
- NBŞ üretimi 117 bin ton arttı, pancar şekeri üretimi 117 bin ton düştü,
- kg. başına 12 TL katma değer yaratan pancar şekeri yerine NBŞ kullanıldığında, 50 kuruşluk kâr için 11,5 TL katma değer kaybedildi, yılda 1 milyon 345,5 TL’lik katma değer kaybı yaşandı,
- pancar üretiminde 850 bin ile 1 milyon ton kayıp oldu,
- 60 bin çiftçi ailesi pancar üretimi yapmaktan alıkondu,
- 400 bin dönüm arpaya eşdeğer yem üretimi ve nakliye sektöründe 2 milyon ton iş hacmi kaybına neden olundu,
- NBŞ kotası yüzde 50 arttırılmasa 5 adet NBŞ üreticisi şirket 150 milyon TL kârdan olacaktı. Türkiye binlerce çiftçisiyle birlikte 250 milyon ilave katma değerini kaybetti.
Tütün Yasası: DSP-MHP-ANAP çiftçiliği ortadan kaldıracak, şirket tarımcılarına avantaj sağlayacak, tütün üreticilerinin yıkımına neden olacak, üzüm üreticilerini derinden etkileyecek olan Tütün Yasasını çıkararak yola devam etti.
Tütün, küçük aile çiftçileri tarafından yapılan bir faaliyettir: Tütüncü aile 14 aya yayılan zaman diliminde toprağı 3-4 kez işler. Yoğun ve incelik isteyen bir emek sonucu ekonomik değeri yüksek ürün elde eder. Tütünü tütün makinesi ve traktörü olmayan yoksul çiftçiler de ekebilir, ailesiyle birlikte çalışabilir.
Kanun çıkarıldığında Türkiye’de sigara tüketimi 168 bin tondu. Bu da 8.4 milyar paket sigara demekti. Yasanın çıkarıldığı dönemde bir paket sigaranın ortalama fiyatını 1 milyon kabul edersek, sigara pazarının değeri 8.4 katrilyon liraydı. Bunun yaklaşık 6 katrilyonu vergidir. Bu hacimdeki büyük pazar küresel tütün ve sigara şirketlerinin iştahını kabartıyordu. Türkiye’de 2000 yılı itibarıyla 200-220 bin ton tütün üretilmekteydi. Tüketim ise 170 bin tondu. 110 bin ton da ihracat yaptığımız hesaba katıldığında, Türkiye’nin ihtiyacı 280 bin tondu.12
Muhalefetteyken Tekel’in özelleştirilmesine karşı politika yürütenler iktidar olduklarında “ülkemizde tütün yakılmaktadır” ifadesini dillerine pelesenk edip özelleştirme için kamuoyu oluşturma çabasına girdiler.
Pazar hacmi ve devlet kasasına sağladığı gelirin yanı sıra, şark tütünü daha az verimli ve meyilli arazilerde yetişiyor. Onun yetiştiği yerde çiftçinin başka ürün ikame etmesi mümkün değil. Bu arazilerde ekim yapılamayacağından yağmur ve rüzgâr erozyonuyla toprak tabakası kaybolacak, verimli topraklar akacak, verimsiz kaya tabakaları kalacak. Toprak üretim dışı kalacak, doğa tahrip olacak. Bunların hepsinin bilinmesine karşın dış güdümlü politikacılar buna aldırmadılar. Yasanın çıkarıldığı dönemde Türkiye’de 5001 köyde tütün ekimi yapılırken tütün üreticisi aile sayısı ise 575.796 idi,13 çoğunluğu tütün üretemeyerek kentlere göç etmek zorunda kaldı. Çiftçiler üretemez duruma geldikten sonra, tütün fabrikasının işçileri de işsiz kalacaktı.
Yabancı sigara üreticilerinin nikotinin bağımlılık yapıcı etkisini arttıran ve insan sağlığına zararlı, ölümcül hastalıklara yol açan katkı maddelerinin kullanıldığı kendilerince de ikrar etmiş olan ürünlerinin piyasaya hâkim olacağı bilindiği halde buna da aldırılmadı.
Kısacası, ülke ekonomisinin, toprak ve doğanın, çiftçilerin, işçilerin ve insan sağlığının zarar göreceğini, küresel sigara şirketlerinin kazanacağını bilerek çıkardılar bu yasayı.
Tütün Yasası sonrasında,
- küresel sigara şirketleri tütün ve sigara işini ele geçirme emellerine kavuştu,
- Tekel tütünde destekleme fiyatı ve alımı yapmaktan çıkarıldı. Tekel’e bağlı suma fabrikaları, üzüm üreticisinin üzümlerini artık almıyor,
- yaklaşık 583 bin olan tütün üreticisi sayısı 2010’larda 50.685’e geriledi,14
- 2000’de 234 bin hektarda tütün üretiliyordu, 2011’de tütün üretim alanı 40-50 bin hektara geriledi,15
- 2000’de 208 bin ton tütün üretilirken 2010’da 53.018 ton tütün elde edildi,16
- Tekel alımda olsaydı, tütünün kilo fiyatı 40 TL’den aşağı olmayacaktı, şu anda tütünün kilosu ortalama 12.5 TL’ye bile ulaşmıyor.17
Uygulanan bu politikalarla üreticiler ve köylülerle devletin bağı koparıldıktan sonra sıra, çiftçilerin örgütleriyle bağını koparmaya gelmişti.
Çiftçilerin örgütleriyle bağının koparılması aşaması: DSP-MHP-ANAP Koalisyonu, IMF ve DB’nin isteğiyle şirketlerin egemenliğini sağlamak için 4572 sayılı Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri Yasası’nı (TSKB) çıkardı.18
Bu yasa ile
- birlik yönetimlerinin üzerinde üst bir yetkiyle donatılan Yeniden Yapılandırma Kurulları (YYK) oluşturuldu. Kooperatif arsalarının satılması, işçilerin işine son verilmesi, entegre tesislerin şirketlere dönüştürülmesinde YYK belirleyici hale getirildi;
- kooperatiflere ait fabrikaların üç yıl içerisinde şirketlere dönüştürülmesi öngörülerek Birlik fabrikalarının özelleştirilmesinin önü açıldı. Ürün bazında kurulu kooperatiflerin, entegre tesislerinin şirketleştirilmesiyle bu ürünler de şirketlerin belirleyiciliğine girmiş oldu;
- birliklerin devlet veya diğer kamu finans kurum ve kuruluşlarından malî destek almasına ve devlet bankalarından kredi sağlamasına engel konuldu;
- birliklere banka kurma yasağı getirildi.
Üreticilerin birlikleriyle-örgütleriyle bağının koparılması bu yasayla başarıldı. Şimdi sıra “çiftçileri çiftçilikten çıkarma” aşamasına gelmişti.
Bu aşamayı incelemeye geçmeden önce kronolojik bir geri dönüş gerekli: Sosyalist sol ve Kürt hareketi dışında Türkiye’de temsil edilen her siyasal hareketin ve partinin hükümetlerde, dolayısıyla da ekonomik yıkım politikalarında pay sahibi olduğunu görmüştük. Hayvancılığın halledilmesi de Doğru Yol Partisi (DYP) ile Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP, sonradan CHP) koalisyonuna havale edilmişti.
Hayvan varlığının tahribi: Önce Süleyman Demirel, onun Cumhurbaşkanlığına geçmesiyle de Tansu Çiller başbakanlığındaki DYP-SHP Hükümetleri (Mayıs 1991- Ekim 1995) hayvancılığı düzenleyen kurumların tasfiyesini üstlendi. Bu doğrultuda Et ve Balık Kurumu (EBK), Yem Sanayi (YEMSAN) ve Süt Endüstrisi Kurumu (SEK) özelleştirildi. Bu kurumları alan şirketler ilk iş olarak yem fiyatlarını arttırdı, SEK’i alan şirketlerse süt fiyatını düşürdüler. Hayvan yetiştiricisi çiftçiler de hayvanlarını ellerinden çıkarmak zorunda kaldı. Hayvanlarından yoksun bırakılan çiftçinin hayatına bu kez kredi kartlarıyla bankalar girdi. Çiftçilerin kara günlerde satacakları danaları, koyunları kalmayınca kredi kartlarına yüklendiler. Düzenli kazançları olmadığı için kredi ödemelerini gününde yapamadılar, bindirilen faizler nedeniyle kartopu gibi büyüyen borçlarını ödeyemez oldular; önce traktörleri haciz edildi, sonra da, topraklarını kaybetmeye başladılar. Tarımda tahribat, hayvancılık sektöründeki özelleştirmelerle hız kazandı, tespih taneleri gibi dağıldılar.
EBK, SEK ve YEM SANAYİ özelleştirilmeden önce, 1980’de 87 milyona ulaşan19 hayvan sayısı 2009’da 37.7 milyona geriledi.20 Türkiye hayvansal ürünlerde ihracatçı konumdan ithalatçı konuma getirildi. En önemlisi de, bitkisel üretimle hayvan yetiştiriciliğini bir arada yapan küçük aile çiftçileri, ürettikleri bitkilerle hayvanlarını beslerken, hayvan gübrelerini de toprağa saçarak hem ekolojik bozulmayı bir ölçüde önlüyor hem de şirket tarımcılığına karşı kendilerini savunabiliyordu. Hayvancılık alanındaki özelleştirmeler, küçük aile çiftçiliği uğraşındaki köylülerin üretim girdisi üreten ve pazarlayan şirketlere karşı direncini kırdı. Kimyasala dayalı üretilen ürünler besin değeri bakımından fakirleşti. İlaç kalıntısı nedeniyle sağlık için risk oluşmaya başladı. Sadullah Usumi bu durumu şöyle anlatıyor:21 “Piyasalarda rekabet ortamı yaratan SEK devletin elinden çıkınca süt alım fiyatlarını sanayiciler tespit etmeye başladı. SEK satılmadan önce üreticilerin 18 bin liraya satabildiği sütlerin fiyatları üç beş ay içinde 12 bin liraya düşürüldü. Et piyasalarında denetim kalmadı. Üreticilerden ucuz fiyatlarla alınan et ve süt ürünleri tüketiciye yüksek fiyatlarla satıldı. Süt alım fiyatları sürekli düşürülürken, peynir, tereyağı, yoğurt gibi ürünler zamlandı.1995’te süt fiyatları 12 bin lira iken, kilo başına destek 3 bin liraydı; süt bedellerinin dörtte biri. 1998’de süt alım fiyatları 85 liraya çıktı. Buna karşılık devlet desteği 3 bin liradan sadece 5 bin liraya çıktı. Süt bedelinin 16’ da biri… Bu arada yem fiyatları bir yılda 60 bin liraya tırmandı… Böylece süt üreticilerinin gelirleri azalırken, giderlerinden büyük artış oldu.”
Çiftçilerin çiftçilikten çıkarılma aşaması: Bilindiği üzere, tohum bitkisel üretimin ve gıda zincirinin ilk halkasıdır. Tarım tohumun bulunmasıyla başlamıştır. Tohum olmazsa tarım ve gıda olmaz. Toprağa gübre (organik-kimyasal) saçmazsanız, bitkiye ve böceğe ilaç atmazsanız az da olsa bir miktar ürün alabilirsiniz. Ama toprağa tohum saçmazsanız ürün elde edemezsiniz. Bu nedenle üretici köylüler ve tüketiciler için tohum yaşamla eş anlamlıdır.
Şirketlerin en büyük hayali de, çiftçiyi/köylüyü kendine bağımlı kılmak için tohumu ele geçirmektir. AKP Hükümetinin 2006’da çıkardığı 5553 Sayılı Tohumculuk Yasası22 ile kamuya tohum alanından el çektirilmesi ve çiftçilerin ürettikleri tohumlarına sadece değiş tokuş hakkı tanınması, satışlarının engellenmesiyle meydan tohum şirketlerine bırakıldı. Tohumculuk Kanunu’nun çıkarılmasında IMF, DB ve AB’nin etkisi büyüktür.
Tohumculuk yasasıyla,
- yurt içinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verilerek çiftçilerin ürettiği tohumları satmalarına engel getirildi, tohumun sadece parasız değiş tokuşuna izin verildi;
- devlet-kamu tohum üretim alanının dışına çıkarıldı, tohumun sertifikalandırılması, ticaret ve denetimini şirketlere bırakıldı;
- şirketlerle çiftçiler arasındaki anlaşmazlıklarda devlet değil, tohum şirketlerinin oluşturduğu Tohumcular Birliği yetkili kılındı.
Yasa çiftçileri ihtiyaçları olan tohumu şirketlerden karşılamaya mecbur bıraktı. Oysa kendi ürettiği üründen tohumunu ayırabilene çiftçi denir. Tohumculuk Yasası’yla çiftçilerin çiftçilikle bağı koparıldı! Tarımda uygulanan IMF-DB yaptırımlarına, DTÖ normlarının yanı sıra, 3 Ekim 2003’ten itibaren Türkiye’nin AB’ye aday üye olması nedeniyle, AB Ortak Tarım Politikası (OTP) müzakereleri de eklendi.
Şirketlerin tarımda egemen kılınması
Hükümetler şirket yanlısı dış güdümlü politikalarıyla, çiftçilerin tasfiyesinde belli bir aşamaya geldiler. Şimdi sıra, şirketleri tarım ve gıdada tam egemen kılmaya gelmiştir. Bu amaçla çıkarılan kanunlar:
Tarımsal Üretici Birlikleri Yasası:23 Şirketlerin karşısında örgütsüz bırakılan çiftçiler örgütlensin diye yasa çıkarıyoruz yanılsaması yaratmak için çıkarılan Tarımsal Üretici Birlikleri Yasası ile esasında çiftçilerin birlikte davranmaları engellenmektedir. Çünkü bu yasa,
- Birlik üyelerinin kolektif üretim yapmasını engelliyor,
- tüm üyelerin birliklere ortak olmasını, ancak birliklerin üyelerinin ürettiği ürünleri işleyebilecek sanayi tesisleri kurmasını önlüyor,
- birliklerin üreticilerin kullandıkları girdilerin (ilaç, gübre vb.) iç veya dış piyasadan toptan alıp üreticilere dağıtmasını engelliyor,
- üretici-tüketici ilişkisini kurup aracıları ortadan kaldırmayı sağlayamıyor,
-birliklerin çiftçiler adına tek tek olmak kaydıyla sözleşme imzalayabilmesini, ancak tüm üyeleri adına sözleşme imzalamasını yasaklıyor.
-birliklerin gelirlerinden üyelerine pay dağıtılması engelliyor,
-birliklere tarımla ilgili olan ve onaylanmış uluslararası sözleşmeleri aynen kabul etme ve gereğini yapma zorunluluğu getiriyor.
Bu yasanın üreticilerin birliğini tesis etmek üzere değil, dağıtmak maksadıyla çıkarıldığı açıktır.
Tarım Ürünleri Lisanslı Depoculuk Yasası:24 Lisanslı Depoculuk Yasası ABD’den örnek alınmış bir yasadır. Ancak, doğru kopyalanmamıştır. Türkiye’de çıkarılan yasa ABD’deki uygulanmasından farklıdır: ABD’deki Lisanslı Depoculuk Kurumu çiftçinin/tarım şirketlerinin sorununu çözmeye ve çiftçiye kazandırmaya göre oluşturulmuştur, çünkü sıfır faize yakın kredi destekli, depo kirası yoktur. AKP Hükümeti’nin çıkardığı Lisanslı Depoculuk Yasası ise çiftçinin sorununu çözmeye değil, şirketlere kazandırmaya göre oluşturulmuştur. Ürüne karşılık çiftçiye ucuz kredi desteği yok, depo kirası var. Bu yasa, depolarda ürünlerini bekletme gücüne sahip toprak ağalarıyla şirketlerin yararına, küçük ve orta ölçekli çiftçilerin zararınadır.
Organik Tarım Yasası:25 Organik tarım sertifikası nasıl ürünlerin organik olduğuna dair belge ise, Organik Tarım Yasası da tarımın şirketlere devredilmesinin belgesidir. Şöyle ki; yasa organik tarım sertifikasını verme yetkisini devlet kuruluşlarına değil, çiftçilere para karşılığında hizmet verecek olan şirketlere vermiştir.
Tarım Sigortası Yasası:26 Tarım Sigortası Yasası, mevzuatı çiftçileri değil, sigorta şirketlerini gözetecek, daha da zenginleştirecek şekilde düzenlemiştir. Yasayla çiftçilerin ödeyeceği sigorta priminin yüzde 50’sinin devlet tarafından karşılanması öngörülmüş, fakat yasa bu öngörüyle çıktıktan sonra sigorta şirketleri prim oranlarını devletin çiftçilere vereceği teşvik oranında yükseltmiştir.
Tarım Kanunu:27 Çiftçilere gayri safi millî hasılanın yüzde 1’inin altında destekleme yapılmayacağı kanun maddesi haline getirilmiş, daha ilk yıldan itibaren, çiftçilere verilen destekler her yıl yüzde 1’in altında kalmıştır.28
Ziraat Odaları Kanunu:29 Ziraat Odaları’na üyelik aidatlarını arttırma yetkisi gibi “ufak tefek”, “ağza bir parmak bal çalma” misali kazanımlar sağlandı. AKP hükümetinin çiftçiler aleyhine, şirketler lehine çıkardığı yasalara Oda’nın sesiz kalmasını çiftçiler Oda’ya sağlanan “bir parmak bala” yormaktadır. Ziraat Odaları Kanunu, çiftçiler ile Ziraat Odası’nın zaten sıcak olmayan ilişkilerinin daha fazla soğumasına neden olmuştur.
Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Kanunu:30 Birinci sınıf tarım arazisi üzerine izinsiz kurulmuş olan sanayicilere af getirmenin ötesinde bir işlevi olmamıştır.
Hal Yasası:31 Eski hal yasası da yeni hal yasası da üretimden pazara kadar uzanan sürece çiftçileri değil, şirketleri egemen kılıyor. Çiftçilerin bin bir güçlükle yetiştirdiği ürünlere hallerde yok pahasına el konuyor. Çiftçilerin katma değerden yararlanmaları Hal Yasası’yla engelleniyor. Düzenlemeler çiftçilerin ürettiği ürünlerin katma değerini arttırmıyor. Aracılara kazandırıyor.
Yeni yasa ile belediyelere halleri devretme yetkisi de verildi, belediyeler isterlerse halleri özelleştirilebilecek. Hallerin özelleştirilmesi halinde, ürünün fiyatını üretici/çiftçi değil, satın alacak olan halin sahibi şirket belirleyecek. Hem de tek başına! Belediyelerin haftada bir gün üretici köylülerin ürünlerini getirip satabilecekleri pazar yeri sağlaması öngörülüyor. Buna da belediyeler zorunlu tutulmuyor.
Bundan sonra, bildik aracılardan çok daha büyük tarım ve gıda şirketleri pazara egemen olacak, pazarlarda köylülere yüzde 20 tezgâh yeri verecek.
Ulusal Biyogüvenlik Yasası32: Şirketlerin isteğiyle Ulusal Biyogüvenlik Yasası çıkarıldı. Halbuki, Ulusal Biyogüvenlik Yasası doğa için Anayasa niteliğindedir. Çıkarılan yasayla hayvan besleme amaçlı GDO’lu yem ithalatına izin verildi. Hayvan yemi olarak kullanılacak olan taneli yemlerin, örneğin GDO’lu mısırın çiftçiler tarafından tohum olarak kullanılmasını engellemek zordur. Hayvanların yeminde kullanılan GDO’lu tohumların hepsini çiğneyemeyeceği için bir kısmının gübrelerle birlikte toprakla buluşma riski vardır. Ayrıca, çocuk maması hariç, GDO’lu ürünlerle gıda üretmek serbest bırakıldı.
Büyükşehir-Bütünşehir Yasası:33 Hükümet 13 yeni büyükşehir kurulmasına ilişkin kanun çıkardı. Kanuna göre, 16 bin 200 köy mahalleye dönüşürken 1591 belde kapatılıyor. Beldeler sosyal, ekonomik ve kültürel yapılarıyla aslında köydür. Mahalleye dönüştürülecek köylerle birlikte düşünüldüğünde, yaklaşık 20 bine yakın köy tasfiye edilecek. Toplam köy sayısı ise 34.500’dür. Bir başka ifadeyle, köylerin yüzde 47’si halka sorulmadan ortadan kaldırılıyor. Kanunla nüfusun yüzde 75’i (56 milyon kişi) şehirli yapılıyor. Kanunun gerekçesinde “etkin, etkili, vatandaş odaklı, katılımcı, saydam ve olabildiğince yerel bir yönetim anlayışı” vurgulanıyor. Gerçekse, AB’nin “kırsal nüfusu yüzde 8-10 civarına indirin” talebinin yerine getirilmesinin yanında kırsalın rantçılara açılması ve sermayenin yeni birikim alanı olarak görülmesidir. Kırsal alanda yapılacak enerji santralleri (HES’ler, termik santraller, rüzgâr enerjisi santralleri-RES’ler ve güneş enerji santralleri-GES’ler) için yetkiyi merkezde toplamak ve böylece hukuka çalım atarak muhalefeti devre dışı bırakmaktır. Türkiye’deki köylerin yarısını köylükten çıkaracak olan bu yasayla köylülerin, ekonomik, sosyal, siyasal ve en önemlisi de kültürel hakları ile birlikte üretme hakları ellerinden alınmış olacak:
- Tarım ve hayvancılıkla uğraşan, suyu bedava kullanan, vergi muafiyetine sahip köyler belediye sınırlarına alındıktan sonra bu haklarını kaybedecek, köylü için hayat daha pahalı hale gelecek. Yeni alanlarda yasalar gereği hayvancılık yapılamayacağından insanların iktisadî faaliyeti kısıtlanacak, kültürel yaşamları erozyona uğrayacak.
- Tarıma ve gıdaya şirketlerin egemen olması için küçük ve orta ölçeğe sahip çiftçilerin ortadan kaldırılması gerekmektedir. AB’nin talebi de tarımda köylü nüfusunun yüzde 10’un altına düşürülmesidir. Üretici köylü olan çiftçileri tasfiye eden bu yasayla küresel tarım ve gıda şirketlerinin taleplerine yanıt verilmiş oluyor.
- Kente dahil edilecek köy arazileri kıymetlenecek, ancak bu ranttan köylü herhangi bir pay alamayacaktır. Üstelik, başka yer gösterilerek veya kamulaştırma yoluyla köylerinden sürülebilecek, yaşam alanı üzerindeki haklarını kaybedebileceklerdir.
- Beldelerde ve köylerde yaşayan halka sormadan bu yönetim birimlerinin tüzel kişiliklerini kaldırmak demokratik değildir. AKP’nin Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Menderes Türel: “Avrupa Konseyi’nde (AK) 1989’da imzaladığımız Yerel Yönetim Özerklik şartnamesi gereğince yapılması gerekenleri daha yeni yapabiliyoruz” diyor. Evet, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na imza atan ilk ülkelerden biri Türkiye’dir. Ancak, bu Şart hizmetin halka en yakın yönetim birimlerince verilmesi ilkesine dayanır. Köyler ve belde belediyeleri halkın yönetime ulaşması ve katılması bakımından en uygun yönetimlerdir. Belde belediyelerinin, dolayısıyla yerel halkın yönetim/yönetme yetkisini ortadan kaldırmak yanlıştır, yapılması gereken buraları idarî ve malî açıdan güçlendirmektir. Ayrıca, yerleşim yeri sınırları içinde yaşayanların ortak sorunlarının nasıl çözüleceğine, o sınırlar içinde yaşayanların karar vermesi en doğru ve demokratik olan yöntemdir.
- Toplumsal açıdan, bu kanun köylü ve özellikle küçük üreticiler için yıkıcı sonuçlar doğuracaktır.
- Siyasî bakımdan ise köylü, işçi, memur ve küçük üretici, küçük esnaf katılımcı demokrasiden tamamen uzaklaştırılacak, küresel ve ulusal büyük sermaye ile rantiyeler güçlendirilecektir.
Özetle, kanun demokratik değil, kâra odaklı bir yönetim modeli, çiftçiliği ortadan kaldıracak, tarım ve gıdaya şirketleri egemen kılacak antidemokratik bir toplum tahayyülüdür.
Havza bazlı model ve desteklemeler: Azaltılan desteklerin büyük çiftçilerle şirket tarımcılığı yapan kapitalistlere aktarılması için 2010’dan itibaren “havza bazlı üretim ve destekleme modeli”ne geçildiği ilan edildi. Bu modelde, iklim, topografya ve toprak verileri dikkate alınarak Türkiye 30 havzaya bölündü, ekolojik olarak benzer bölgelerden oluşan bu havzalarda küçük ve orta çiftçilerin tasfiye edilmesi öngörülüyor.
Türkiye çiftçisinin asıl sorunu, maliyetlerin yüksek olmasına neden olan girdi fiyatlarının yüksekliğiyken bu modelde girdilerin (gübre, tohum, ilaç, su, mazot) sübvanse edileceği söylenmiyor; girdilerdeki vergiler kaldırılmıyor, düşürülmüyor.
Model belli ölçekteki tarlanın ve belli sayıdaki hayvanın altında tarla ve hayvana sahip olan çiftçilere destek verilmemesini öngörüyor; yani, desteklerin şirketlere ve büyük toprak sahiplerine aktarılması maksadıyla hazırlandığı aşikâr.
Yönetmelikler
Kanunların yetişmediği yerlerde yönetmeliklerle şirketlere ön açıcılık yapılıyor. Toprak Mahsulleri Ofisi Hububat Alım Satış Esaslarına İlişkin Uygulama Yönetmeliği bu konuda en çarpıcı örnektir.34 AKP Hükümeti yönetmeliklerle küçük çiftçilerin ürünlerini TMO’ya satmalarına engel oluyor; ürünlerini piyasada satmaya zorluyor. Hububat Alım Satış Alım Esaslarına İlişkin Uygulama Yönetmeliği’ne göre ekmeklik buğday, arpa, çavdar, tritikale, yulaf ve mısır için asgari alım miktarı, 2009’dan başlayıp 2018’e kadar kademelendiriliyor. 2010’da 3 ton, 2011’de 5 ton, 2012’de 10 ton, 2013’te 15 ton, 2014’te 25 ton, 2015’te 40 ton, 2016’da 60 ton, 2017-2018’de 80 tondan az ekmeklik buğday, arpa, çavdar, yulaf ve mısır üreten üretici ürününü TMO’ya satamayacak. Benzer asgarî miktar sınırı makarnalık buğday ve çeltik/pirince de getiriliyor.
Zeytinciliğin Islahı, Yabanilerin Aşılattırılmasına Dair Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair: Yönetmelik:35 Zeytin ve zeytinden elde edilen gıdalar çevreye zararlı hiçbir atık bırakmaz. Zeytinlikler her dem yeşildir, bu özellikleriyle önemli bir karbondioksit yutak ve oksijen üretim alanıdır. Barışın ve sağlığın simgesi olan zeytin ağaçları da neoliberal saldırılarla karşı karşıya. Zeytinlikler, onları ortadan kaldıracak maden aramalarına açılmak isteniyor. Fakat 3573 sayılı yasa buna engel olduğu için yönetmelik çıkarılarak arkasından dolanma yoluna gidiliyor. 3573 sayılı yasa şöyle diyor: “Zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az 3 kilometre mesafede zeytinyağı fabrikası hariç zeytinliklerin vegatatif ve generatif gelişmesine mani olacak kimyevî atık bırakan, toz ve duman çıkaran tesis yapılamaz ve işletilemez. Bu alanlarda yapılacak zeytin fabrikaları ile küçük ölçekli tarımsal sanayi işletmeleri yapımı ve işletmesi Tarım ve Köyişleri Bakanlığının iznine bağlıdır. Zeytincilik sahaları daraltılamaz.”
Yasanın ruhuna aykırı olarak çıkarılan yönetmelik 25 dekarın altındaki sahaları zeytinlik olmaktan çıkararak zeytinlikleri kirletici şirketlerin talanına açıyor. Türkiye’deki zeytinliklerin ortalama büyüklüğü 12 dekardır. Bu yönetmelikle zeytinliklerin yüzde 70’i yok sayılıyor. Başka bir deyişle, bu alanları enerji, maden, gaz ve petrol şirketleri dileğince talan edebilecek.
Değiştirilen 23. Madde şöyle: “Zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az üç kilometre mesafede zeytin ağaçlarının bitkisel gelişimini ve çoğalmalarını engelleyecek kimyevî atık, toz ve duman çıkaran tesis yapılamaz ve işletilemez. Bu alanlarda yapılacak zeytinyağı fabrikaları ile küçük ölçekli tarımsal işletmelerin yapımı ve işletilmesi Gıda, Tarım ve hayvancılık Bakanlığı’nın iznine bağlıdır. Ancak; alternatif alan bulunmaması ve Çevresel Etki Değerlendirme Raporu’na (ÇED) uygun olması, bitkilerin vegetatif ve generatif gelişimine zarar vermeyeceği Bakanlık araştırma enstitüleri veya üniversiteler tarafından belirlenmesi durumunda,
a) Jeotermal kaynaklı teknolojik sera yatırımları, b) Bakanlıklarca kamu kararı alınmış plan ve yatırımlar, c) Yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı elektrik üretim tesisleri, d) İlgili Bakanlıkça kamu kararı alınmış madencilik faaliyetleri petrol ve doğal gaz arama ve işletme faaliyetleri, e) Savunmaya yönelik stratejik ihtiyaçlar için yukarıda belirtilen faaliyetlerde bulunmak isteyenler, ilgili bakanlıkların onaylı belgeleriyle mahallin en büyük mülkî amirine başvurur…”
Yasayı değiştir(e)meyenler yönetmelikle hukukun arkasından dolanıyor. Zeytinlikler kirlilik yaratacak maden, kirli enerji ve gaz aramaları yapan şirketlerin kâr hırsına feda ediliyor.
Kanun Hükmünde Kararnameler
Yasalar ve yönetmeliklerden sonra, köylülerin tepkisine neden olabilecek konular şirketler lehine çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) TBMM ve kamuoyunda tartıştırılmadan bir tür “kaçak” yolla uygulamaya kondu.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığının,36 Orman ve Su İşleri Bakanlığının37 ve Tarım ve Gıda Hayvancılık Bakanlığının38 yetkileri KHK ile yeniden belirlendi ve tüm canlılara ait olan doğal alanların her türlü kullanım hakkı sermayeye devredildi.
Meslek odaları ve sivil toplum örgütlerinin hukukî mücadeleyle büyük başarılar elde ettikleri kültür ve tabiat varlıklarının korunmasına yönelik konular, KHK’lerle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın görevleri yetki alanında sayıldı. Böylece, kamuoyunda büyük tartışma yaratan konularla ilgili işlemlerin kapalı kapılar ardında yürütülmesine olanak tanındı.39
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı isminden “Köyişleri” çıkarıldı, yerine “Gıda ve Hayvancılık” kondu.40
Bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğinin bir arada yapıldığı işin adı olan tarımdan hayvancılık kelimesinin ayıklanarak bakanlık adına eklenmesi tarımın şirketleştirilmesinin alenîleştirilmesinden başka bir anlam taşımıyor. Bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğinin bir arada yapılabilmesi, çıktılarının birbirine kullanılabilmesini sağladığından çiftçileri üretim girdilerinde şirketlere bağımlıktan kurtarıyordu. Bitkisel üretim ile hayvancılığın birbirinden ayrılması şirketleri temin edici olarak devreye soktu. Çiftçi ile doğa birlikte, şirketler tarafından acımasız bir sömürüye tâbi tutuldu. Gıdanın besin değeri düştü, ayrıca sağlıksız üretim girdileriyle elde edilen gıdalar sağlıksız olduğundan insan sağlığı risk altına girdi.
Bir başka olumsuzluk da şudur: Mevcut bakanlığın görev ve yetki alanında olan, fakat yıllardan bu yana zaten fiilî olarak yapılmayan -daha doğrusu IMF ve DB tarafından yaptırılmayan- tarımsal yayım, eğiticilik, öğreticilik ve öncülük ile üretim ve denetim gibi alanlar bu yasayla özelleştirilebilecek. Bakanlık sadece gıda konusunda şirketlerin ithalat ve ihracat işlerini yürütmede/denetlemede ve kolaylaştırmada görevlendirilmiş oldu. Bunlara karşı mücadele edenler ise medya kullanılarak suçlu gösterilme, tutuklama, asker ve polisle baskı ve şiddet uygulama yoluyla yıldırılmaya çalışılmaktadır.
KHK’ler ile tarım arazileri ve hayvan yetiştiricileri için bedava yem ve sağlıklı hayvansal ürün elde etme kaynağı meralar sermayenin talanına açıldı. Bu konuda Ziraat Mühendisleri Odası’nın eleştirel katkısı şöyle:“17.8.2011 tarih ve 648 sayılı KHK ile ‘Köy yerleşik alan sınırı içerisinde Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu hükümleri uygulanmaz’ hükmü getirildi. Köylerde yapılacak yapılarla ilgili olarak daha önce sadece köy nüfusuna kayıtlı ve köyde sürekli oturanlar için sağlanan istisnaların herkese tanınması, tarım arazilerinin hızlı bir şekilde tahribine yol açacak uygulamaların başlangıcını oluşturacaktır. Özellikle kıyı şeridindeki köy yerleşim alanları ve çevreleri tarım arazilerinin özellikleri dikkate alınmaksızın tümüyle ranta açılacak; nitelikli tarım arazilerinin üzerine serbestçe lüks konutlar ve turistik tesisler yapılacak, mera, yaylak ve kışlaklar hayvancılık amacı dışında kiralanıp yapılaşmaya açılacak ve beton yığınlarına dönüşecektir. Bedava yem kaynağı meralarını amacı dışında kullanarak beton yığınına çeviren Türkiye ucuz et için yurtdışından canlı hayvan ve et ithalatına devam edecek.”41
Ayrıca şirketlerin lehine, çiftçi, tüketici ve ekoloji aleyhine olan Çay-Kanunu, Köy Kanunu, Bitki Koruma ve Biyoçeşitlilik Yasası Tasarıları da hazırlanmış durumda.
Sermaye birikimi yoluyla doğanın tahribi: Köylülüğün tahribinin ardından, sıra akarsuları ve çevresindeki toprakları şirketlere verecek çalışmalarla doğanın tahribine geldi. Acil Kamulaştırma Yasası ile köylülerin ortak malları şirketlerin yağmasına açıldı.
Türkiye’de yapımı tamamlanmış 172 adet hidroelektrik santral (HES) var. 148 HES’in inşaatı devam ederken, 2380 HES proje aşamasında. Bunların dışında 4000’in üzerinde mikro HES yapılacak ve mikro HES’erle bu sayı 6000’leri aşacak. Bu rakamlar büyük bir felaketin habercisi.
Ülkenin enerjiye ihtiyacı olduğu gerekçesiyle bu santraller kuruluyor. Bu gerekçe gerçek değil, çünkü kurulacak 2700’ün üzerindeki HES Türkiye elektriğinin ancak yüzde 2,5’ini karşılayabilecek. Esas itibarıyla, bu projelerle şirketler suya sahip olacak, çiftçilere ve herkese suyu satacaklar. Eğer isterlerse, çevredeki toprakları devlet şirketler için istimlak edecek!
Enerji elde etmek için su borular ve tünellerin içerisine alınınca su ile börtü böcek ve yaban hayatın ilişkisi kesilecek. Suya erişemeyen yaban hayat göç edeceğinden tarımın yaban hayatla bağı koparılacak. Ovada yılda iki ürün alan çiftçi, su boruya hapsedilince iki yılda bir ürün alacak. Düşen yağmur miktarı ve verimlilik azalacak. Ekolojik denge bozulacak. Doğa ve köylüler yoksullaşacak!
Büyük tarım, gıda ve ecza şirketleri ekonomi üzerinde olduğu kadar politikayı kontrol edebilecek güçte. Sahip oldukları güçle tarıma ve doğal varlıklara saldırıyorlar. Bu, köylülere ve doğaya karşı başlatılmış savaştan başka bir şey değil. Soygun ve talanı sadece endüstriyel tarım şirketleri yürütmüyor. Maden şirketleri, büyük barajlar, dağıtım piyasalarını kontrol edenler, kirletici sanayiciler, toprağı ve suyu üzerine geçirmeye çalışan toprak gaspçısı ve su korsanı şirketler de yapıyor. Şirketler, soygun ve talanlarını ancak hükümetlerin ön açıcılığıyla gerçekleştirebilirlerdi. Hükümetler bu konuda acil kamulaştırmalarla, kanuni düzenlemelerle yasal kılıflar hazırladılar. “Acele kamulaştırma” adı altında, şahıs arazilerine ve taşınmazlara şirketler el koymaya başladı. Böylece şirketler, HES, termik santral, nükleer santral yapmayı, maden çıkarma ve işleme tesisi kurmayı ve enerji nakil hatlarını geçirmeyi sağlayabildiler. Kamulaştırma Kanunu’nda istisnai olarak yer alan acele kamulaştırma yöntemiyle EPDK42 şahıslara ait yaşam ve geçim alanlarına el koydu.
Sonuçta, tarım, gıda, enerji ve ecza şirketlerinin çiftçiyi sömüren, ekolojiyi altüst eden, yaşamı riske sokan doğa ve yaşam alanlarına saldırısı tepki doğurdu. Kırsal alanda sermaye ile yoksul köylü karşı karşıya geldi / getirildi; sınıf mücadelesi ekolojik mücadele alanına sıçradı. Köylülerle birlikte hukukçular, bilim insanları, çevreci, ekolojist gruplar yaşamı savunmak için şirketler ve hükümete karşı mücadele için bir araya geldiler. Böylece, köylülerin, sermaye ve hükümet birlikteliğine karşı amansız mücadelesi biraz daha ivme kazanmaya başladı. Türkiye kırsalı saygıdeğer yeni bir mücadeleye tanık oluyor.
Dipnotlar
1 Bkz. Resmi Gazete, 8 Kasım 2006, sayı 26340.
2 Resmi Gazete, 13 Temmuz 1985, sayı 18810..
3 Resmî Gazete, 13 Haziran 1986, sayı 19133, (Mali Sektör İntibak Kredisi); 1 Temmuz 1987, sayı 19504 (Enerji Sektörü Uyum İkrazı).
4 Bkz. Resmi Gazete, 5 Ağustos 1984, sayı 18480 ve 9 Eylül 1992, sayı 21340.
5 Bkz. Resmi Gazete, 20 Ekim 1983, sayı 18197 ve 2 Ağustos 1989,sayı 20240
6 Bkz. Resmi Gazete, 25 Mayıs 1986, sayı 19117,Sulama ve Tarla içi Geliştirme Projesi; 27 Şubat 1998, sayı 23271 Sulama Yönetimi ve Yatırımlarında Katılımcı Özelleştirme Projesi.
7 Bkz. Resmi Gazete, 14 Haziran 2000, sayı 24079.
8 Bkz. Resmî Gazete,13 Temmuz 2001, sayı 24461.
9 Halkın tamamına yakınının çıkarına gibi görünen bu zincirin eksiklik barındırdığı zaman zaman toplumsal muhalefet güçleri tarafından dile getirildi. Aslında doğru olan, bu zincirin kamu-çiftçi örgütlülüğü (üretimden pazarlamaya kadar zincire egemenliğiyle)-tüketiciler şeklinde olmasıydı. Türkiye’de bu doğru zincirin oluşması için kamu cephesinden hiçbir çaba olmadı, ama engel hep vardı.
10 Abdullah Aysu, Tarladan Sofraya Tarım, Su Yayınları, İstanbul, 2002, s. 149-152-153.
11 Pankobirlik Dergisi; sayı:101, yıl 2011, s.42
12 “İşte Tatlandırıcı Gerçeği” broşürü; Şeker-İş Sendikası yayını.
13 Abdullah Aysu “Tarladan Sofraya Tarım” Su Yayınları, İstanbul, s.212-213, İstanbul
14 Abdullah Aysu “Tarladan Sofraya Tarım” Su Yayınları, İstanbul, s.211, İstanbul
15 Mustafa Seydioğulları; Sunum: “Tütün Piyasaları ve Talep Politikaları”, ekim 2012, Çeşme-İzmir. Kaynak: TEKEL ve TAPDK kayıtları.
16 Mustafa Seydioğulları; Sunum: “Tütün Piyasaları ve Talep Politikaları”, 17 Kaynak: Tütün Üreticileri Sendikası (Tütün-SEN) verileri-2012
18 Resmi Gazete, 16 Haziran 2000, sayı 24081
19 Sadullah Usumi; “75 Yılda Köylerden Şehirlere” 75 Yılda Hayvancılık: Gelişmeden Çöküşe s.42 Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, Şubat 199, İstanbul
20 Doç.Dr. Ertuğrul AKSOY; “Müjde Şimdi de Ot ve Saman İthal Edeceğiz”, Tarım ve Mühendislik Dergisi, s.21, sayı:99-100/2012
21 Sadullah Usumi; age, s.42
22 Bkz. Resmi Gazete, 8 Kasım 2006, sayı 26340.
23 Bkz. Resmi Gazete, 6 Temmuz 2004, sayı 25514.
24 Bkz. Resmi Gazete, 17 Şubat 2005, sayı 25730.
25 Bkz. Resmi Gazete, 13 Aralık 2004, sayı 25659.
26 Bkz. Resmi Gazete, 21 Haziran 2005, sayı 25852.
27 25.4.2006 tarih ve 26149 sayılı Resmi Gazete
28 Kaynak: TKB ve BÜMKO
29 R.Gazete : Tarih : 23/5/1957, Sayı : 9614
30 Resmi Gazete, 21 Temmuz 2005, sayı 25880.
31 26 .3.2010 tarih ve 27533 sayılı Resmi Gazete
32 26.3.2010 tarih ve 27533 sayılı Resmi Gazete
33 6 Aralık 2012 tarih, 6360 Sayılı Kanun, 11.12.2012 tarih 28489 Sayılı Resmi Gazete
34 Hububat Alım ve Satış Esaslarına İlişkin Uygulama Yönetmeliği. Kabul Tarihi: TMO Genel Müdürlüğü, 24.1.2008 ve 2/16–6 sayılı Yönetim Kurulu Kararı, Yürürlük Tarihi: 1.6.2009. Erişim Tarihi: 14.02.2010 http://www.tmo.gov.tr/tr/images/stories/dokuman/hububatalimesas.pdf
35 3 Nisan 2012 gün ve 28253 sayılı Resmi Gazete
36 Resmi Gazete: 17 Ağustos 2011 tarih 28028 sayı
37 Resmi Gazete:4 Temmuz 2011 tarih 27984 Sayı (mükerrer)
38 Resmi Gazete: 27 Ağustos 2011 tarih, 28038 sayılı
30 AKP’nin “Hülle” KHK’si, Meralar ve Tarım Arazilerini Yok Edecek! Tarım ve Mühendislik Dergisi,Sayı 96/2011, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Yayın Organı
40 3.6.2011 tarih ve 639 sayılı KHK’ile Tarım Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı kuruldu.
41 AKP’nin “Hülle” KHK’si, Meralar ve Tarım Arazilerini Yok Edecek! Tarım ve Mühendislik Dergisi,Sayı 96/2011, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Yayın Organı
42 14.9.2004’te, “… elektrik, doğalgaz ve petrol piyasalarının faaliyetlerinin gerektirdiği ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurulunca yapılacak kamulaştırma işlemlerinde 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 27. Maddesinin uygulanacağı” yönünde tanınan yetki ile el koymaktadır.
-----------------------------------------------------------------
Abdullah Aysu
1954 Ankara doğumlu. Ankara’da çiftçilik yapan bir ailenin sekiz çocuğundan biridir. Beş yılı zirai öğrenim, yedi yılı tarım bakanlığı bünyesinde olmak üzere, 39 yıldır tarımla uğraşıyor. “Tarladan sofraya tarım”, “Avrupa Birliği ve tarım”, “Küreselleşme ve tarım”, “Türkiye’de tarım politikaları” ve “Brezilya topraksız kır işçileri” adlı kitapların yazarıdır. Dokuz yıl Türkiye Tarımcılar Vakfı Genel Başkanlığı görevinde bulundu, halen Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Başkanlığı ve Avrupa Via Campesina (Avrupa Çiftçi Yolu) hareketinin Türkiye temsilciliğini yürütmektedir.

3 Eylül 2013 Salı

DOMUZLARIN SALDIRISI VE MAZLUMLARIN HELÂKI....

Çevre Kirliliği ve Toksikoloji Bülteninde yayınlanan bir rapora göre, 2003 yılında İngiltere ve ABD tarafından savaş alanında kullanılan silahlar doğum deformitelerinde (sakatlıklarında) artışa neden oldu.
Bu araştırma Michigan Üniversitesi Halk Sağlığı Okulunda gerçekleştirildi. İngiltere’de yayınlanan The Independent gazetesi de bu rapora yer verdi. Gazete, Irak’ta 2007 ile 2010 arasındaki hamileliklerde yaşanan düşük oranlarına, civa ve kurşunun yarattığı çevre kirliliğine, toksik madde seviyesindeki telaşlandırıcı seviyelere ve dolayısıyla doğumla gelen sakatlıklara değindi. Bu sakatlıklar temel olarak; doğuştan kalp rahatsızlıkları, beyin özürleri ve gelişmemiş bebek organları gibi olumsuzlukları içeriyor. 
Çalışmada görev alan araştırmacılar “ikna edici deliller” bulunduğunu ve Irak’ta artan bebek deformitelerinin, düşüklerin ve ölü doğumların nedeninin 2003’teki militer (askeri) saldırılar olduğunu söylüyor. 
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) de Irak’ta araştırmalar sürdürüyor ve toksik (zehirli) maddelerin aileler ve bebekler üzerinde etkisini tespit etmeye çalışıyor. The Huffington Post gazetesi, belirleme çalışmalarının özellikle Fallujah (Felluce) şehrini mercek altına aldığını çünkü 2003 senesindeki bombardmanın en çok bu şehri etkilediğini söylüyor. DSÖ’nün raporu gelecek hafta yayınlanacak. Bu raporun Irak savaşından sonra doğumlarda görülen deformite (sakatlıklar) konusunda detaylı açıklama yapacağı ve bulguların dramatik olacağı düşünülüyor. 
Michigan Üniversitesinde yapılan çalışmanın sonuçları 2007 ile 2010 arasında doğan bebeklerin yarısından fazlasının deformite ile doğduğunu, savaş öncesi rakamlarla karşılaştırıldığında 10 kat fazla sakatlık gözlemlendiğini açıklıyor! 
El Arabiya raporuna göre Felluce’de toplanan çevresel örneklerde toksik maddelere rastlandı. Deformite ile doğan bebeklerin saçında görülen kurşun oranı, normal bebeklerinkinden 5 kat fazla gözlemlendi. Felluce, 8 yıl önce burada bulunan 4 Amerikan güvenlik görevlisinin öldürülmesi üzerine ABD ordusu tarafından bombardmana tabi tutulmuştu. El Arabiya raporunda, bu saldırıdan yedi ay sonra gerçekleştirilen ikinci Amerikan bombardmanında fosforlu mermiler kullanıldığının itiraf edildiğini bildiriliyor. 
El Cezire raporuna göre bombardmanda kullanılan silahlar nedeniyle çevreye nüfuz eden (bizmut, uranyum ve civa gibi) kimyasal maddelerle gebeliklerde görülen düşükler, ölü doğumlar, anormallikler ve deformiteler tamammen bağlantılı! 
İngiliz The Independent gazetesinde, Amerikan Savunma Bakanlığından gelen açıklamaya da yer verildi. Bu açıklamaya göre Amerikan Ordusunun Basra ve Felluce’de doğum deformitelerinin yükseldiğine dair bilgiye sahip olmadığı belirtiliyor. Ortak saldırı sırasında Amerikan Ordusunun veya diğerlerinin cephaneliğinde civa, kurşun veya fosfor gibi maddelerin olmadığı bildiriliyor. 
Amerikan Ordusunun savaş alanlarında halk sağlığı konusunu çok ciddiye aldığı anlatılan açıklamada, patlamamış maddelerin veya geliştirilmiş patlayıcıların halk için riziko içerdiği ve bunun bilinen birşey olduğu anlatılıyor. 
Savaş alanında kimyasal silahlara maruz kalan ailelerin bebeklerinde öyle anormallikler görülmekteymiş ki, bunların medikal (tıbbi) literatürde ismi bile yokmuş. 
Michigan Üniversitesi araştırmacılarının dediği gibi, bu doğum deformiteleri, ABD ve İngiliz ordularının kullandığı kimyasal silahlardan mı saçılmıstır dersiniz? 

8 Temmuz 2013 Pazartesi

ANKARA'DA İNSAN HAKLARI ŞAİBESİ!...

5 Temmuz 2013 Cuma

Hükümde haksızlık, tahakküm nedenidir. Tahakküm zulümdür...

45 DAKİKASI 2 TL' YE İTİNA İLE İŞKENCE YAPILIR ?

BAKINIZ:: http://blog.milliyet.com.tr/mns


ODTÜ-100.YIL AZAPHANE DURAKLARI
ESKİDEN BÖYLE İDİ!...
Mustafa Nevruz SINACI
            Eğer 29 Haziran 2013 Cumartesi günü saat: 10.00 – 11.30 arası; Görünürde dört şeritli Ankara, Balgat Ziyabey Caddesi inadına tıkalı, kenar şeritleri “devlet, hükümet, vilâyet, polis, belediye, kaymakamlık ve mahalle muhtarlarına meydan okuma, açık eşkıyalık ve yol kesme” anlamında işgal edilmiş olmasaydı, belki de bu makale yazılmayacaktı…
            Cehennem sıcağında tıklım, tıklım bir minibüs düşünün. Şehrin ana artelinde, merkezi veya büyük çarşı geçişlerinde değil, sıradan bir mahallesinde cadde tıkalı. Trafik normal, akış rutin, tek sorun: Her iki taraf kaldırım bitişiklerindeki şerit işgali! Bütün dünyada geçerli hak, hukuk kavramları, evrensel trafik kurallarına göre kaldırımlar halka, cadde ve sokak içleri ise araç geçişlerine aittir. Peki, Ankara ve Türkiye Cumhuriyet devletinde neden değil?..        
            Türkiye Cumhuriyetinde aşiretten devlete geçiş süreci henüz tamamlanmadı mı?
Yoksa tamamlandı da, şimdi tekrar aşiret, derebeylik ve faşistlik mi hortladı?..
Pazaryerine geldiğimizde, tıkanan ve geçit vermeyen yoldan mütevellit, belki devlet belki de (işe yaramadığını sonradan öğrendiğimiz) dernek adına utanan Şoför; “Arkadaşlar, Milli Kütüphane’ye kadar inen yoksa şuradan dönelim, ya da burada çakılıp kalacağız” dedi.
Birkaç yolcu itiraz edince, başkası sordu: Nerede inecektiniz?, Cevap: İlerde Lisede.
Yolculardan biri öfkelendi ve; “Kardeşim Liseye en fazla otuz metre var. Allah aşkına inin şurada, otuz metre yürüyün. Bizde şu cehennemi sıcakta, “ana caddeye araç park edecek kadar şerefsiz, adi insanlık düşmanları yüzünden” yollarda sürünmekten kurtulalım.”
İlerde Lisede inecek var diyenlerden ses yok. İstiflerini bozmadan oturuyorlar.
Dolmuş yerinde sabit. Fakat son konuşan vatandaş, onurlu ve sorumlu bir tartışmayı tetikledi. Önce polisin neden? niçin? park yasağını ihlâl ve ana caddeyi gasp suçu işleyenleri men ve takip etmediği, cezalandırmadığı; İnsan Hakları, Adalet, Hak-Hukuk ve Demokrasinin mutlak gereği olduğu halde, trafikte düzeni sağlamaktan aciz kalındığı, zorunlu, yasal görevin niçin yapılmadığı, halkın çektiği eziyet, ıstırap ve zulme seyirci kalmasının nedeni sorgulandı.
Bu arada dolmuş Balgat Polis Karakolunu geçmiş ve Lisenin yanına gelmişti.
İkisi bay biri bayan 3 kişi indi. Uzun süredir güneşte beklediği anlaşılan bir kişi bindi.
Bu arada ODTÜ öğrencisi bir genç konuşmaya başladı:
“Biz, ODTÜ öğrencileri olarak bu yolu kullanmayız. Eskişehir yolu üzerinden okula gidip geliriz. Fakat ben Çetin Emeçte oturduğum için bu güzergâhın müdavimiyim. Ancak, arkadaşın ifade ettiği sorunlardan çok daha büyük, derin, acil ve müzmin sorunlarımız da var. Örneğin bu Cadde sadece şimdilerde değil, tam iki buçuk yıldır böyle. Ankara Valiliği büyük Şehir Belediyesi ve Emniyet Müdürlüğü dâhil, binlerce şikâyet dilekçesi verildiği halde kimse Ziyabey Caddesi ile ilgilenmedi. Hukuki duyarlık ve insani sorumluluk sağlanamadı, bu arada leş kargaları, lokantacılar mafyası, saldırgan ayakçı ve kabadayılar caddeyi işgal ve istilâ etti.
Anlaşılan o ki, ya hükümet bunlara güç yetiremiyor yada iktidar kötülerden yana..
AZAPHANE DURAĞI:
Dolmuş kağnı hızıyla ilerliyor, genç öğrenci ise, dikkat kesilen yolculara hitabını şöyle sürdürüyordu: “Siz Azaphane deresi neresidir bilir misiniz?” (Evet, evet seslerinden bilenlerin olduğu anlaşıldı) Genç devamla: Şimdi iyi kötü dolmuşa bindik. Artık alıştığımız gibi sorunlu bir yolculuktan sonra Kızılay’a varacağız. Ama nerede inebileceğimiz belli mi, şansımız varsa aşağıda veya yukarıda bir yerlerde!.. Ya akşam veya gün içinde eve dönerken ne olacak?..”
ŞİMDİ, BU İNSANLAR MUTSUZ VE PERİŞAN
ODTÜ ve 100.Yıl durakları 35 gündür “Polis İşgali” altında!..
“Dönerken bu kadar şanslı olmayacağız. Çünkü: ODTÜ, 100.Yıl, Balgat, Çiğdem ve Çukurambar dolmuş kalkış durakları bir aydır kapalı. Aslında kapalı değil, Polis gasp-ı, işgal ve kriz yönetimi denilen bir heyetin keyfi kullanımı altında. Bu duraktan ekmeğini kazanan yüzlerce şoför esnafının bitmez-tükenmez çilesi, gereksiz masraf, zarar-ziyan, kayıp ve israfı; Ekmeğini kazanmak uğruna yararlanan yüz binlerce Balgat, Çukurambar, 100. Yıl, Çiğdem sakini, yolcusu ve biz ODTÜ öğrencilerinin günahı ne?....” Sözün burasında Kızılay’a geldik..    
Kalite belgeli Vali 
ve bir durak utancı!..
Mustafa Nevruz SINACI
               Evet, nihayet Kızılay’a geldik…
            Ben doğrudan 100. Yıl/ODTÜ duraklarında bekleşen Polislerin yanına gittim.
Yarı güneş, yarı gölge bir kenara toplaşmışlar, ellerinde tost benzeri bir yiyecek, hem kendi aralarında şakalaşıp sohbet ediyorlar, hem de bir yandan, “kumanya” gibi görünen pek mütevazı aş’larını atıştırıyorlar... Şaka yollu seslendim.
            - Siz burada, duraklarımızı işgal etmiş, keyifle gölgede oturuyor ve afiyetle bir şeyler yiyip buz gibi içeceklerle serinliyorsunuz. Ya biz, duraklarımız gasp edilmiş, dolmuşlarımız dışarı atılmış, ne yerimiz, yurdumuz belli, ne de durağımız, 33 gündür rezil-perişan ve zulme duçar haldeyiz. Mahvolan dolmuş esnafı, şoförlerin haline mi yanalım? Nahak yere çektikleri eziyet, fuzuli israf, kayıp, ıstırap ve çileye mi? Yoksa kendi talihsizliğimize mi yanalım!..
            Eski (fazilet timsali) Osmanlı kabadayısı misal, pos bıyıklı, iri kıyım, fakat pek halim ve kalender görünüşlü yiğit bir delikanlı Polis yerinden kalkıp hürmeten ileri çıkarak: “Bizim elimizden bir şey gelmez, mesele bizi aşar. Günah bizim değil. Yaptığımız sadece vazifedir!” 
            O sırada yanımda biri belirdi: “Abi kabahat Melih’in. Aslında onun da değil, bütün suç derneğin. Dönen alavere ve dalavereler yüzünden, öteki duraklar açıldığı halde burası kapalı!” İddia doğru olabilir. Zira 24 Haziran Pazartesi günü Ankara Valisi, muavinleri ve belediye başkanı ile basın başkanı ve Emniyet Müdürlerinin peşinde koşarken, bahusus dernekçilerin bir Vali muavini yanında çay içmekte oldukları söylendi. Maalesef, kendilerine ulaşabilme, görüşme ve sorunsalı paylaşıp, yardımlaşma imkânı bulamadım. Üzgünüm!..
            BÜYÜK UTANÇ VE ACI GERÇEK  
            Mülâhaza ve mütalâası kamu vicdanına ait olmakla; olaylar hakkında yorum yapmak istemiyorum. Ancak burada: “Bürokratik kültürden vatandaş odaklı kamu hizmeti kültürüne geçiş mutlak hedefimizdir” şeklinde çok veciz bir sözü Valilik İnternet Sitesine yazdıran ve bu sözlerle halka seslenen Alâaddin Yüksel’e sitemim var. Büyük Şehir Belediye Başkanı ve Emniyet Müdürü’ne de "100.Yıl, ODTÜ" dolmuş duraklarının acilen tahliyesi ve derhal asli hizmete iadesi hususunda “umur-u devlet” doğrultusunda karar vermeye davet ediyorum.
            Çünkü: Mezkür minibüs durakları yaklaşık 250 – 300 000 kişiye hizmet vermekte ve yaklaşık 1000 dolayında şoför esnafı buradan elde ettiği helâl kazançla geçinmektedir. Ancak, 02 Temmuz itibarıyla 35 gündür eylemler bahane edilerek kapatılan ve Polis barikatı ile araç garajı gibi fuzulen gasp ve irtikap edilen durağın kullandırılmaması binlerce insan için ıstırap, azap, gâvur eziyeti ve bitmeyen çile kaynağı olmuştur. Hastalar, Hamile Anne'ler ve özürlüler perişan, diğerleri ise tam bir zülme duçar haldeler. Şoför esnafının zaman kaybı, yakıt israfı, ani kaza ve olumsuzluklar nedeniyle uğradıkları zarar-ziyan kayıp ve hasar çok büyüktür…
Kalite belgeli Vali bu haksızlığı görmez, uğranan zulmü, zararı bilmez mi?
Ya adı Camilere verilen Şehir Emini bu durumdan utanmaz, hayâ etmez mi?
Kaldı ki devlet adına hükümetin görevi: Bilumum taşkınlık, hukuk, ahlâk ve yasa dışı fiil, kalkışma ve teşebbüsleri kaynağında kontrol ve disiplin altına almak; Muhtemel terör, tedhiş, tehdit, tahrik ve şiddet eğilimlerini kaynağında boğmaktır. Hak arama ve sair namlar altında:, “Kendilerine Resmen Tahsis Edilen ve İzin Verilen Yer Dışında” Kamu âleme ait park-bahçe, sokak-cadde, meydan ve durak gibi halka hizmet veren unsurların gasp ve işgalini önlemek zorunludur. Aksine ihlâllere izin, zaaf ve bizzat işgal İnsan Hakları ihlâl suçudur.
Şu anda, Güven Parkı bitişiğinde vaki ve kain: “100. Yıl, ODTÜ, Çukurambar, Balgat, Çiğdem” Minibüs Durakları böyle bir “kamusal gasp, haksız işgal ve irtikaba maruzdur.” Ortada, Dernekle Melih’in anlaşıp, dolmuşları buradan kovarak muhteşem bir AVM yaptırılacağı söylentileri dolaşmaktadır. Ben böyle bir alçaklık ve düşmanlığın kimse tarafından düşünülebileceğine inanmıyorum. Lâkin fitneyi ortadan kaldırmanı tek yolu durağı derhal halka ve 43 yıllık mükteseplerine “özür dileyerek ve kayıpları tazmin ederek” iade etmektir. Aksi takdirde malum ve mahut kalite belgesi “hicabı örtmeye” yetmeyecektir!..

ODTÜ-100.YIL DURAKLARININ YILAN HİKÂYESİ
Mustafa Nevruz SINACI
Genelde çok uzayan ve içinden çıkılmaz hale gelen durumlar için kullanılan bir deyim, yılan hikâyesi; 8 Temmuz itibarıyla 43. gününe giren “100.Yıl-ODTÜ, Çukurambar, Çiğdem” Dolmuş Duraklarının “kamusal işgal” sorununa tıpa tıp uyuyor. Neden mi? El cevap:
Cebri işgal ve haksız iktisap nedeni olarak gösterilen “Gezi Parkı bakiyesi olaylar” Haziran ayı başında hız kesti, ortalarında Kuğulu Park ve Tunalı Hilmi Caddesine çekildi. Kızılay’da; Akşamları toplaşan küçük bir grup hariç bitti. Yani, bir yanda Çiçekçiler, diğer tarafta Minibüs Esnafına kan ağlatan zulme gerek kalmadı. İşgal nedeni ortadan kalktı.
YILAN HİKÂYESİ
Bilindiği üzere; Hikâye, Yılanın kendi kuyruğunu yemesiyle başlar. Yediği kuyruğu sindirir. Doğal olarak sindirim, diğer taraftan tekrar, kuyruk yapımında kullanılır. Yediğini sindirip, sindirdiğini yer. Bir tür paradoks., Eski deyimle dam-ı tenvir. Yûnus’a göre: Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur. Yılan hikâyesi bu, sebep yok işgal devam!...
Alternatif öneri yok. Müktesep hak’ın iadesinden kaçınılıyor. Nedenini sorduğunuzda, cevap alamıyorsunuz. Bu ne biçim iş?.. Ortada aleni gasp var. İnsan hakları, vatandaş hukuku, yasa ve Anayasa ihlâli var. Lâkin çözüm yok. Telâfi yok.. Özür, tazmin veya iade hiç yok!..
Adama sorarlar: Memlekette hükümet (hüküm ve hikmet sahibi bir erk) var mı?.. Bu nokta çok muğlâk… Çünkü eğer “hakkaniyet ve hukuka saygılı, en az Nuşirevan derecesinde adalet sahibi olsa idi; Şimdiye kadar duraklar iade edilir, yaya geçişi açılır, 600 bin yolcu,  Çiçekçi ve Dolmuşçu Esnafının ıstırap, zulüm ve işkencesi sona ererdi. Bir şekilde bu olmadı.
Ben de, onurlu, sorumlu, 1. dereceden mağdur sıfatıyla bu defa “Türkiye İnsan Hakları Kurumu” Başkanlığı’na aşağıdaki başvuruda bulundum. İşte başvuru dilekçesi:       
Türkiye İnsan Hakları Kurumu Başkanlığı'na
Başbakanlık (ihb@basbakanlik.gov.tr)
ANKARA
            "ÇOK ACELE VE GÜNLÜDÜR"
Aşağıda sunulu ve ekte görülen evrak münderecatından açıkça ve bütün çıplaklığı ile anlaşılacağı üzere: Ankara İli, Çankaya İlçesi, Güvenpark bitişiği ve Adalet Bakanlığı istinat duvarı yanında vaki ve kain "Balgat, ODTÜ,100.Yıl,Çukurambar,Çiğdem" minibüs durakları 40 gündür re'sen, izinsiz, bilgi verilmeksizin ve çözüm gösterilmeksizin kamu işgali altında..
Muhtemelen, ilk (gezi parkı olaylarının başladığı) bir-kaç günü makul ve mümkün; ve fakat sonrası tamamen haksız, hukuksuz, aleni gasp ve cebri işgal niteliğine iblâğ bu tasallut.; Şimdi 1000'den fazla minibüs esnafı, binlerce kişiye baliğ aile fertleri ile "Hizmet Verdiği"  semtler itibarıyla 600.000 kişi doğrudan mağdur, ıstırap, eziyet, azap, maddi-manevi kayıp ve işkenceye maruzdur. 
Esnafın çilesi, fazladan masraf, fuzuli israf, maddi ve kaybı ise, bu işkenceye sebep olanların tamamının "memur maaşları ve sair bilumum varlıklarıyla" karşılanamayacak kadar büyüktür. Yazıktır, ayıptır, “halka eziyet”, zulüm ve işkence umur-u devlet için utançtır...
Kaldı ki, konuyla ilgili her türlü yayın, duyuru, başvuru ve kampanyalar yapılmasına rağmen, ne yazık ki şu ana kadar "yetkili-görevli, hukuki muhatap ve sorumlular" tarafından bir çözüm üretilememiş, işgale devamla gasp edili durak halka ve esnafa iade olunmamıştır.
Son çare Türkiye Cumhuriyeti "İNSAN HAKLARI KURUMU" olmakla; Yukarda arz ve ifade olunduğu veçhile: Yaklaşık 600 bin potansiyel yolcu vatandaş, Çiçekçi ve Şoför esnafının çektiği çile, mağduriyet ve ıstıraba nihayet verilmesi hususunda: Gereğinin acilen yapılması ve bizzat, aynı mezkür durakların şoför esnafına iade olunarak; 
08 Temmuz gününden itibaren idrak olunacak aziz ve mübarek Ramazan ayı öncesi halkın hizmetine arzı hususunda önemle ilgilerinizi taleple; Yaşanan "İnsan Hakları, Adalet, Hak ve Hukuk ihlâli" ile ilgili eşhası şikâyet eylerim. Saygılarımla,
Mustafa Nevruz SINACI; Gazeteci, Araştırmacı-Yazar, 06 07 2013 

AÇILAN İMZA KAMPANYASI HAKKINDA
Mustafa Nevruz SINACI
Halkın duçar olduğu veya herhangi bir sebeple maruz kaldığı sorun, sıkıntı, haksızlık, ıstırap, azap ve zulüm karşısında, en makbul olan müdahale el, mal, imkân ve kaynak ile vaki mukabil mücadeledir. Bundan sonra el ve dil ile men-i müdahale ve haksızlığa karşı mücadele gelir. En zayıf iman sahipleri ise, zalime yüz çevirmekle memur ve mükelleftir.  
Biz, münhasıran bu zulüm karşısında elimizden gelen neyse yapmaya çalıştık.
Örneğin: CHANGE ORG kanalıyla, geniş halk kitlelerine ulaşan kampanya:
Organizasyon: www.Change.org
Muhataplar    : Melih Gökçek ve EGO (UKOME) 
Konu               : Ankara, Kızılay "ODTÜ, 100. YIL" Dolmuş duraklarının açılması.
Başlatan         : Mustafa Nevruz SINACI, Ankara-Türkiye
Açıklama        : Mezkür MİNİBÜS (dolmuş) duraklarını yaklaşık 600.000 vatandaş kullanmakta ve 1000 dolayında şoför esnafı da buradan ekmeğini kazanmaktadır. Ancak, 27 Mayıs 2013 günü başlayan "gezi parkı eylemler bahane edilerek" hizmete kapatılan ve Polis Araç Garajı haline dönüştürülen durağın kullanılamaması nedeniyle binlerce insan ıstırap, işkence ve sıkıntı içindedir. Hastalar, hamile kadınlar, çocuklar ve özürlüler perişan; Zorunlu olarak hattı kullanan insanlar ise adeta bir azaba duçar vaziyettedir. Dahası, Şoför esnafının zaman, yakıt, aşınma, ani kazalar ve sair olumsuz şartlar nedeniyle uğradığı zarar ise devasa boyutlardadır. 
Bu nedenle     : Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı, EGO Genel Müdürlüğü UKOME ve ilgisi nedeniyle İl Emniyet Müdürlüğü "Bu çok yönlü Istırap ve Mağduriyeti” önlemek için derhal harekete geçmeli, gerekeni mutlaka ve ACİLEN yapmalıdır.
Zira "ODTÜ/100. yıl" duraklarına nazaran çok daha kritik ve eylem alanı ile bitişik: Dikmen ve Çankaya Dolmuşları olağan yerlerine intikal etmiş ve en kritik noktada bulunan belediye otobüsleri de normal seferlerine başlamıştır.
Şu halen nazaran: Özellikle Oruç / Ramazan Ayı'na girmek üzere olduğumuz şu günlerde; Yukarıda tam tanımlaması yapılan "100.yıl/ODTÜ" durak alanının işgal altında tutulması, fevkalâde yersiz, gerekçesiz, sebepsiz, haksız ve hukuksuzdur.
Kime   : Valilik, Belediye, EGO-UKOME ve Emniyet Müdürlüğü,
Bilgi    : "100. YIL ODTÜ", DURAK YÖNETİMİ 
İstem  : "100.Yıl, ODTÜ" Minibüs duraklarının derhal açılması. 
BAZI İMZALAR VE YORUMLAR:   
- Bu bir zillet, zalimlik, haksızlık, insafsızlık ve merhametsizliktir. Kınıyorum. (Zekeriya TÜMER, İstanbul)
- Zavallı Ankaralılar, bir türlü siyasi eziyet ve politik azaptan kurtulamıyorlar. Çok yazık... (Taner BİLEN, Sakarya)
- Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.. (Bestami ŞAŞAL, Edirne)
- "İnsan devlet için" DEĞİL; "devlet insan içindir".. (İnsaf KILIÇ, Ankara)
- Halk, hakkaniyet ve adalet için önemli. Öyle ise: Devlet (hükümet) varsa memlekette zulüm olmamak zorundadır... (Hamdi DAĞ, Ankara)
- Sosyal sorumluluk ve insanlık onuru ve kamu görevlilerinin görev şuuru açısından çok önemli; Ben ve yandaşlarım odaklı kültürden insan ve yurttaş odaklı kültüre geçiş için imzalıyorum. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın kültürüne ve egoizmine karşı durmak için imzalıyorum. Bu nedenle bu kampanyaya 100 kişi değil milyonlar katılmalıdır. (Atakan MERT, İstanbul)
            NOT: Aziz ve Mübarek Ramazan-ı Şerif’in: Sevgili halkımız için hayırlı, madden ve manen bereketli, sağlıklı, huzurlu, feyizli ve kutlu.; Hüküm ve hikmetten sorumlu, erbabı hizmetten ümera, şerefli (?) ulema, adaletli (!) mürşitler ve millet memurları için de: Onurlu, sorumlu, adil, eşit ve dürüst hizmetle Tövbelere vesile olmasını temenni, dua ve niyaz ederim.   08 07 2013